Sabah Targovişte'de bulutlu mu bulutlu bir sabaha uyandık. Annem zaten sabahın köründe babamın ilaç saatine uyanmış. Fakat kendisi bu geziye iştirak etmediğinden beyhude bir uyanış olmuş bu. Bense belli ki gece uykumda dayak yemişim Bulgar havasından. Boğazım şiş. 5 dakika daha ritelimi bir kaç kez uyguladıktan sonra 5 karış suratımla kahvaltıya indik. Restoranda garson kızımız anlamadığımız bir şeyler söyledi. Ben sonradan sevimli Bulgar kızımızın bu kıvranışlarının İngilizce olduğunu anladım. Fakat yavrum o İngilizce değil - sen Bulgarca konuşuyorsun çocuğum gibi bakınca İngilizcemin kendi üstün İngilizcesine yetmeyeceğine kanaat edip Türkçe menü getirdi. Evet Türkçe - ne tatlı de mi :). Bulgar kahvaltısı opsiyonunu seçtik. Biraz sonra French toast, yağsız ama pek güzel beyaz peynir, tuzsuz bir adet (evet sayıyla 1) zeytin ve bal geldi. Annem tabağa bakınca AA CİCİPAPA dedi. Meğer bu French toast denen şeyi anneannem de yaparmış. Bizdeki adı cici papa imiş. Annem ismini söyleyince ben bile hatırladım. Yamuk yumuk bir resmini buyrun:
Cicipapalarımızı götürdük. Keyfimiz yerine geldi. Hava açtı. Boğazımın şişi indi. Resepsiyondan (Latin harflerin mevcut bulunmadığı bir matbaada basılmış) haritamızı alıp kendimizi kooooca Targovişte'yi keşfetmeye attık. Otelimiz:
Malum geliş amacımız köklerimizi takip etmek. Elimizde bir kısım belgeler var. Yolda gelirken Violeta Hanım'a bu belgeleri okutmuştuk. Biri anneannemin doğum sertifikası, diğeri de Targovişte eski Türk İlkokulu'ndan mezuniyet belgesi. Sonra göç dalgası ile Türkiye'ye göçülüyor. Okul da aynı dönemde kapanıyor. Elimizde bir de tarif var. Anneannemin küçük erkek kardeşinin verdiği "çarşıyı geçince dere tarafında" diye bir adres. Bana ilk duyduğumda Lütfiye ve Mükremin'in annesinin simitçiden yaptığı tarif gibi gelmişti. Halbuki oldukça yerindeymiş. Neyse çıktık yola. 5 dk sonra bir meydanda bulduk kendimizi. Kahvaltıda biraz çalıştığımız ama olağan olarak pek de vakıf olamadığımız Kiril alfabesi zaten Allah'ımızı şaşırtmış, googlepaşa saolsun buranın belediye meydanını öğrendik. Annemin maksadı Belediyeye elimizdeki kağıtlardan ve aklımızda kalan Balamera - Akdeniz mahallesi isminden yola çıkarak kendimize yol göstertmek. Belediyeye daldık:
Önce kapıdaki görevliyle o Bulgarca biz Türkçe İngilizce cebelleştik. No Turski no İngliski minvalinde bir şeyler söyledi. Sonra belediyede görevli İngilizce bilen bir kadını aradı. Kadın aşağı indi ve bize yardım etmek için bayağı yırtındı. Nihayetinde Balamera isminin Bulgarca dahi olmadığına kanaat edildi. Fakat okula dair bir şeyler hatırladılar. Kilisenin arkasındaydı yıkıldı, çocuk bahçesi oldu sonucunu bize şifahen tebliğ ettiler. Aynı sonuca sonradan katılan bir Türk kadın da vardı. Biz de koca meydandan öteye giden piyasa caddesinde yürüye yürüye kiliseyi bulduk.
Yanındaki okulun alanını da gördük ama ilk anda kafamıza dank etmedi. Ne görmeyi bekliyor idiysek artık. Anca 2. turumuzda heee buraymış dedik. Meğer girişi şöyle olan bir kafeye dönüşmüş.
Kiliseyi gezip, kurulu pazarın içinden geçtik (her yer kırmızı biber). Çarşı bitti, dayımın tarifine binaen şehrin içinden geçen haritaya göre mavi olan Vrana nehri tarafına yürüdük. Aha da çoook eskimiş Lüleburgaz Alpullu karışımı bir mahalle. Aralara serpiştirilmiş çiirrrkin komünist toplu konutların arasında tek katlı evler gördük. Pek eski, en son çiviyi çakan ustanın dahi kuvvetle muhtemel Hak'kın rahmetine kavuştuğu evlerin serpiştirildiği 4-5 çamurlu caddecik bulduk. Geçen tektük insanın da hiç biri Türkçe konuşmuyordu gerçi. Ama anneannem ve ailenin geri kalanının bir zamanlar bu evlerden birinde ya da bu caddelerde yaşadığına eminiz. Göç ederken evleri sırtlanıp götürseler ancak bu kadar benzer iki bölge birbirine.
Bizim için Tarkya'dan tanıdık mimari:
Bu da mini mini camisi:
Ortalık böyle çirkin bloklarlardan dolu:
Alpullumsu'dan çıkıp Vrana'ya kavuştuk. Hem cılız hem de sevimsiz, kanal gibi bir şey. Meğer eskiden bu nehirde çamaşır yıkanırmış, annem teyzesinin anlattığını hatırladı. Bakınca hayal etmek zor tabii biraz:
Turu tamamlar gibi yapıp, piyasa caddesine döndük. Caddenin adı Vasil Levski. Buraların Che'siymiş diyolla. Osmanlı'ya karşı halk ayaklanmasına ön ayak olmuş. İşi tamamlayamadan asılmış. Sofya'da heykeli var asıldığı yerde diye okumuştum. Bir gün oraya gidersek görürüz inşallah. Neyse caddede kahve içtik - evet ben de içtim - kahvesi güzel dediler diye - normal kahveydi bence. Kalkınca nehrin öte tarafına gidelim dedik. Yol sorduğumuz insanlar çooook uzak bir yerden bahsediyormuşuz gibi garipsediler. 10 dkda yürüyerek gittik halbüsü. Yorum farkı, onlara göre şehrin öte ucu tabii. İğrenç yerleden geçtik. Anlamsız alışveriş merkezleri görüp geri döndük. Bahsettiğim piyasa caddesi ve bizim kaldığımız bölge bakımsız da olsa yine de canlılığı ile hoşumuza gitti. Bizim megaköyümüzde meydan olmadığından her meydanı doğrudan beğeniyoruz. Ama Türk mahallesi (kimsenin oraya Türk mahallesi dediği yok ya neyse işte) ve nehrin öbür tarafının sefilliği bizi bizden aldı gerçekten. Hem özensizlik hem de yoksulluk. Anneannem gelip görmek istememişti aklında eski hali kalsın diye. İsabetli bir kararmış.
Nehrin öte tarafında daha güneye inince pek de bir olayı olmayan Temple Uspenie Pr. Bogonoditsa ismiyle geçen kiliseye vardık. Şehrin standardına göre göze hitap eden bir yapı.
Hakkında biraz bilgi edinebilseydik iyiydi. Ama maalesef kaynak yok. Adının Latince yazılışını öğrenene kadar bile göbeğim çatladı. O bölgeye gitmemizin şöyle güzel bir tarafı oldu. Tam öğle yemeği vakti olduğundan kilisenin yanındaki bahçe içinde bir restorana oturduk. Ahşap bir ev, tamamen restoran yapmışlar, bahçesinde de masalar. Annem Kiril falı açtı ve oranın meyhane olduğu sonucuna vardı. İşte beyle:
Yolda gelirken Veolita Hanım'dan aldığımız tavsiyelerle şopska salata sisirini (beyaz peynir rendelenmiş söğüş salata), pirjen kartof sisirini (beyaz peynir rendelenmiş patates kızartması) söyledik. Şumnu ilinin birası Şumenko ictik - evet o şişenin üzerinde Şumenko yazıyor.
Garsonla yine 4 dil (annem brot'la Almanca'yı getirdi repertuara) + tarzanca anlaştık. Çocuk bir ara Da diyeceği yerde Si bile dedi. Herkesde kafa gitti :) Herşey çok lezzetliydi. Çok memnun kaldığımız bir yemeğe 13.30 Leva ödeyip kalktık. Kimin yolu niye düşer bilmem ama tavsiye ederim.
Targovişte'yi öğle yemeğine kadar bitirdiğimiz için yeni şehirlere yelken açalım dedik. Otobüs yolculuğunda tiyosunu aldığımız Madara ve Shumen'e gitmek istedik. Fakat zaten adımsayaç 15,000 adıma yakınsadığı için, haldır haldır gitmeyelim deyip otel üzerinden bir taksiyle anlaştık. Pazarlıkla 60 Leva'ya Madara ve Shumen'e bizi götürüp oralarda bekleyip geri getirmesine ikna ettik kendisini. Adam İngilizce Türkçe bilmez, biz Bulgarca bilmeyiz. Öyle yola çıktık. Şöförün doğumgünüymüş, Michael Jackson'la yaşıtmış, o ölmüş bizimkisi halen ayaktaymış gibilerinden bir şeyler anlattı. Mutlu bir adamdı, kendi de bizim kadar ilginç buldu gittiğimiz yerleri.
Önce Kırklareli Edirne yolundan tanıdığımız manzaralar eşliğinde Madara'ya vardık. Aslında çok ufak (ve Targovişte'den sonra oldukça lüks) bir yerleşim bölgesi var. Asıl önemi Unesco dünya mirası listesinde olan dağa yapılmış atlı bir amcanın resmedildiği koca bir kabartma. Bu atlı amcayı görmek için sürüsüyle basamaklar çıktık.
Basamaklar bitince kafamızı kaldırıp dağa baktık:
Bir at üzerinde bir adam bir aslanı yenerken görülüyor. Atın arkasında da bir köpek var. 8.yyda yapıldığı söyleniyor. O zamanki Bulgar hanının ya da bir tanrının resmedildiğine dair teoriler varmış. Bu resim bazı Leva centlerinde de (stotinki) kullanılıyormuş. Hatta ileride eurolarda da kullanılması kararlaştırılmış. Hımmm ne enteresan deyip aşağı indik. Çok etkilenmedik sanırım kendisinden.
Sonra sarı arabamızla Şumnu'ya gittik (Bulgarcası Shumen). Şehre benzeyen bir şehir. Vakit kısıtlı, şehir büyük, hazırlık yapmamışız - harita bile yok. N'apalım n'apalım diye taksici abi de peşimizde dolanırken bir harita alıp az buçuk malumatlanıp, bir Türk ailesine aradığımız bir heykeli sorduk. Bize hemen heykeli anlattılar ve bir de meşhur camisini söylediler. Sağolsunlar Bulgarca taksiciye de tarif ettiler. Malum adamla anlaşamıyoruz. Böylece ilk durağımız Türk Tombul Camii oldu. Evet cidden adı tombul - hele Burgarlar öyle tatlı tumbul diyorlar ki gülümsemeden duramıyorsunuz. Taksiden şöyle gözüktü bize:
Dış cephesindeki bu yazılarla Edirne Eski Cami'ye benzettik. (İçinde vav'ı yoktu yalnız - bu yüzden Eski Cami hala favorim):
Kubbesinden dolayı tombul ismi almış. 18. yyda yapılmış. Medresesi bile varmış. Türkçe bilen Bulgar bir görevlisi vardı. İçeride de 5 kişilik cemaat. Büyük bir tadilat geçiriyormuş ama ödenek bitmiş öyle iskeleli falan kalmış garip gibi.
Cemaat sağolsun 2. durağımızı da tarif etti şöfere. Zaten şehrin her yerinden gözüküyor. Tepeye devasa bir yapı kondurmuşlar. Monument to 1300 Years of Bulgaria adı merak ederseniz. Bulgaristan'ın ilk kurucularını ve Bulgar halkının yaşadığı dönemleri tasvir eden devasa bir heykeller kompleksi. Çok etkiyiciydi. Uzaktan resmini çekmemişim. İçinde şöyle heykeller ve mozaikler vardı:
Elimize tutuşturdular Türkçe bir klasör - onu okuyarak gezdik. Şehre bir de tepeden baktık.
Sonra otelimize geri bıraktı abimiz bizi. Resepsiyona teslim etti. Doğumgününü tebrik edip yolculadık. Akşamın geri kalanı Türk mahallesinde kısa bir tur- restoran arama ve bulamama - dönüp otelde güzel güzel yemek yeme şeklinde geçti.
Yarın sabah buradan ayrılıp Ruse'ye gidiyoruz günübirlik. Sonra da Varna.
Cicipapalarımızı götürdük. Keyfimiz yerine geldi. Hava açtı. Boğazımın şişi indi. Resepsiyondan (Latin harflerin mevcut bulunmadığı bir matbaada basılmış) haritamızı alıp kendimizi kooooca Targovişte'yi keşfetmeye attık. Otelimiz:
Malum geliş amacımız köklerimizi takip etmek. Elimizde bir kısım belgeler var. Yolda gelirken Violeta Hanım'a bu belgeleri okutmuştuk. Biri anneannemin doğum sertifikası, diğeri de Targovişte eski Türk İlkokulu'ndan mezuniyet belgesi. Sonra göç dalgası ile Türkiye'ye göçülüyor. Okul da aynı dönemde kapanıyor. Elimizde bir de tarif var. Anneannemin küçük erkek kardeşinin verdiği "çarşıyı geçince dere tarafında" diye bir adres. Bana ilk duyduğumda Lütfiye ve Mükremin'in annesinin simitçiden yaptığı tarif gibi gelmişti. Halbuki oldukça yerindeymiş. Neyse çıktık yola. 5 dk sonra bir meydanda bulduk kendimizi. Kahvaltıda biraz çalıştığımız ama olağan olarak pek de vakıf olamadığımız Kiril alfabesi zaten Allah'ımızı şaşırtmış, googlepaşa saolsun buranın belediye meydanını öğrendik. Annemin maksadı Belediyeye elimizdeki kağıtlardan ve aklımızda kalan Balamera - Akdeniz mahallesi isminden yola çıkarak kendimize yol göstertmek. Belediyeye daldık:
Önce kapıdaki görevliyle o Bulgarca biz Türkçe İngilizce cebelleştik. No Turski no İngliski minvalinde bir şeyler söyledi. Sonra belediyede görevli İngilizce bilen bir kadını aradı. Kadın aşağı indi ve bize yardım etmek için bayağı yırtındı. Nihayetinde Balamera isminin Bulgarca dahi olmadığına kanaat edildi. Fakat okula dair bir şeyler hatırladılar. Kilisenin arkasındaydı yıkıldı, çocuk bahçesi oldu sonucunu bize şifahen tebliğ ettiler. Aynı sonuca sonradan katılan bir Türk kadın da vardı. Biz de koca meydandan öteye giden piyasa caddesinde yürüye yürüye kiliseyi bulduk.
Yanındaki okulun alanını da gördük ama ilk anda kafamıza dank etmedi. Ne görmeyi bekliyor idiysek artık. Anca 2. turumuzda heee buraymış dedik. Meğer girişi şöyle olan bir kafeye dönüşmüş.
Kiliseyi gezip, kurulu pazarın içinden geçtik (her yer kırmızı biber). Çarşı bitti, dayımın tarifine binaen şehrin içinden geçen haritaya göre mavi olan Vrana nehri tarafına yürüdük. Aha da çoook eskimiş Lüleburgaz Alpullu karışımı bir mahalle. Aralara serpiştirilmiş çiirrrkin komünist toplu konutların arasında tek katlı evler gördük. Pek eski, en son çiviyi çakan ustanın dahi kuvvetle muhtemel Hak'kın rahmetine kavuştuğu evlerin serpiştirildiği 4-5 çamurlu caddecik bulduk. Geçen tektük insanın da hiç biri Türkçe konuşmuyordu gerçi. Ama anneannem ve ailenin geri kalanının bir zamanlar bu evlerden birinde ya da bu caddelerde yaşadığına eminiz. Göç ederken evleri sırtlanıp götürseler ancak bu kadar benzer iki bölge birbirine.
Bizim için Tarkya'dan tanıdık mimari:
Bu da mini mini camisi:
Ortalık böyle çirkin bloklarlardan dolu:
Alpullumsu'dan çıkıp Vrana'ya kavuştuk. Hem cılız hem de sevimsiz, kanal gibi bir şey. Meğer eskiden bu nehirde çamaşır yıkanırmış, annem teyzesinin anlattığını hatırladı. Bakınca hayal etmek zor tabii biraz:
Turu tamamlar gibi yapıp, piyasa caddesine döndük. Caddenin adı Vasil Levski. Buraların Che'siymiş diyolla. Osmanlı'ya karşı halk ayaklanmasına ön ayak olmuş. İşi tamamlayamadan asılmış. Sofya'da heykeli var asıldığı yerde diye okumuştum. Bir gün oraya gidersek görürüz inşallah. Neyse caddede kahve içtik - evet ben de içtim - kahvesi güzel dediler diye - normal kahveydi bence. Kalkınca nehrin öte tarafına gidelim dedik. Yol sorduğumuz insanlar çooook uzak bir yerden bahsediyormuşuz gibi garipsediler. 10 dkda yürüyerek gittik halbüsü. Yorum farkı, onlara göre şehrin öte ucu tabii. İğrenç yerleden geçtik. Anlamsız alışveriş merkezleri görüp geri döndük. Bahsettiğim piyasa caddesi ve bizim kaldığımız bölge bakımsız da olsa yine de canlılığı ile hoşumuza gitti. Bizim megaköyümüzde meydan olmadığından her meydanı doğrudan beğeniyoruz. Ama Türk mahallesi (kimsenin oraya Türk mahallesi dediği yok ya neyse işte) ve nehrin öbür tarafının sefilliği bizi bizden aldı gerçekten. Hem özensizlik hem de yoksulluk. Anneannem gelip görmek istememişti aklında eski hali kalsın diye. İsabetli bir kararmış.
Nehrin öte tarafında daha güneye inince pek de bir olayı olmayan Temple Uspenie Pr. Bogonoditsa ismiyle geçen kiliseye vardık. Şehrin standardına göre göze hitap eden bir yapı.
Hakkında biraz bilgi edinebilseydik iyiydi. Ama maalesef kaynak yok. Adının Latince yazılışını öğrenene kadar bile göbeğim çatladı. O bölgeye gitmemizin şöyle güzel bir tarafı oldu. Tam öğle yemeği vakti olduğundan kilisenin yanındaki bahçe içinde bir restorana oturduk. Ahşap bir ev, tamamen restoran yapmışlar, bahçesinde de masalar. Annem Kiril falı açtı ve oranın meyhane olduğu sonucuna vardı. İşte beyle:
Yolda gelirken Veolita Hanım'dan aldığımız tavsiyelerle şopska salata sisirini (beyaz peynir rendelenmiş söğüş salata), pirjen kartof sisirini (beyaz peynir rendelenmiş patates kızartması) söyledik. Şumnu ilinin birası Şumenko ictik - evet o şişenin üzerinde Şumenko yazıyor.
Garsonla yine 4 dil (annem brot'la Almanca'yı getirdi repertuara) + tarzanca anlaştık. Çocuk bir ara Da diyeceği yerde Si bile dedi. Herkesde kafa gitti :) Herşey çok lezzetliydi. Çok memnun kaldığımız bir yemeğe 13.30 Leva ödeyip kalktık. Kimin yolu niye düşer bilmem ama tavsiye ederim.
Targovişte'yi öğle yemeğine kadar bitirdiğimiz için yeni şehirlere yelken açalım dedik. Otobüs yolculuğunda tiyosunu aldığımız Madara ve Shumen'e gitmek istedik. Fakat zaten adımsayaç 15,000 adıma yakınsadığı için, haldır haldır gitmeyelim deyip otel üzerinden bir taksiyle anlaştık. Pazarlıkla 60 Leva'ya Madara ve Shumen'e bizi götürüp oralarda bekleyip geri getirmesine ikna ettik kendisini. Adam İngilizce Türkçe bilmez, biz Bulgarca bilmeyiz. Öyle yola çıktık. Şöförün doğumgünüymüş, Michael Jackson'la yaşıtmış, o ölmüş bizimkisi halen ayaktaymış gibilerinden bir şeyler anlattı. Mutlu bir adamdı, kendi de bizim kadar ilginç buldu gittiğimiz yerleri.
Önce Kırklareli Edirne yolundan tanıdığımız manzaralar eşliğinde Madara'ya vardık. Aslında çok ufak (ve Targovişte'den sonra oldukça lüks) bir yerleşim bölgesi var. Asıl önemi Unesco dünya mirası listesinde olan dağa yapılmış atlı bir amcanın resmedildiği koca bir kabartma. Bu atlı amcayı görmek için sürüsüyle basamaklar çıktık.
Basamaklar bitince kafamızı kaldırıp dağa baktık:
Bir at üzerinde bir adam bir aslanı yenerken görülüyor. Atın arkasında da bir köpek var. 8.yyda yapıldığı söyleniyor. O zamanki Bulgar hanının ya da bir tanrının resmedildiğine dair teoriler varmış. Bu resim bazı Leva centlerinde de (stotinki) kullanılıyormuş. Hatta ileride eurolarda da kullanılması kararlaştırılmış. Hımmm ne enteresan deyip aşağı indik. Çok etkilenmedik sanırım kendisinden.
Sonra sarı arabamızla Şumnu'ya gittik (Bulgarcası Shumen). Şehre benzeyen bir şehir. Vakit kısıtlı, şehir büyük, hazırlık yapmamışız - harita bile yok. N'apalım n'apalım diye taksici abi de peşimizde dolanırken bir harita alıp az buçuk malumatlanıp, bir Türk ailesine aradığımız bir heykeli sorduk. Bize hemen heykeli anlattılar ve bir de meşhur camisini söylediler. Sağolsunlar Bulgarca taksiciye de tarif ettiler. Malum adamla anlaşamıyoruz. Böylece ilk durağımız Türk Tombul Camii oldu. Evet cidden adı tombul - hele Burgarlar öyle tatlı tumbul diyorlar ki gülümsemeden duramıyorsunuz. Taksiden şöyle gözüktü bize:
Dış cephesindeki bu yazılarla Edirne Eski Cami'ye benzettik. (İçinde vav'ı yoktu yalnız - bu yüzden Eski Cami hala favorim):
Kubbesinden dolayı tombul ismi almış. 18. yyda yapılmış. Medresesi bile varmış. Türkçe bilen Bulgar bir görevlisi vardı. İçeride de 5 kişilik cemaat. Büyük bir tadilat geçiriyormuş ama ödenek bitmiş öyle iskeleli falan kalmış garip gibi.
Cemaat sağolsun 2. durağımızı da tarif etti şöfere. Zaten şehrin her yerinden gözüküyor. Tepeye devasa bir yapı kondurmuşlar. Monument to 1300 Years of Bulgaria adı merak ederseniz. Bulgaristan'ın ilk kurucularını ve Bulgar halkının yaşadığı dönemleri tasvir eden devasa bir heykeller kompleksi. Çok etkiyiciydi. Uzaktan resmini çekmemişim. İçinde şöyle heykeller ve mozaikler vardı:
Elimize tutuşturdular Türkçe bir klasör - onu okuyarak gezdik. Şehre bir de tepeden baktık.
Sonra otelimize geri bıraktı abimiz bizi. Resepsiyona teslim etti. Doğumgününü tebrik edip yolculadık. Akşamın geri kalanı Türk mahallesinde kısa bir tur- restoran arama ve bulamama - dönüp otelde güzel güzel yemek yeme şeklinde geçti.
Yarın sabah buradan ayrılıp Ruse'ye gidiyoruz günübirlik. Sonra da Varna.