Brezilya'da geldiğim ilk yer burası olduğu için Brezilya'yı Manaus yordamıyla tanımaya çalışıyorum. Hep bahsedilen yaşam enerjisi hakikaten herkesten taşıyor. 2 aydır kulağıma yerleşen ve çok sevdiğim İspanyolcayı ise Portekizcenin kıvrak tınısıyla ikinci favoriye indirdim. Hiçbir şey anlamıyorum ama dinlemek hoşuma gidiyor. Zaten herkes carcar konuşuyor. Ne çene ya. İçleri ağızlarından taşıyor hepsinin. Bana da hiçbir şey anlamamanın rahatlığı geldi. Ben kendimce İspanyolca soru soruyorum gerekirse. Vücut dilini aşan bir cevap gelirse mağl gibi kalıyorum.
Gecenin bir saati vardım, ayarladığım tur şirketi havalimanından aldı beni. 45 dakika geciktiler ama olsun. Brezilya saati konseptinden haberdarım. Japonya'da arkadaş grubu olarak buluşacağımız zaman Brezilyalılara bir saat erken söylerdik. Yine de geç kalırlardı.
Ertesi sabah tur şirketine götürdüler ve yolculuğa başladık. Önce limana gittik arabayla, sonra hızlı bir botla Amazon nehri ve Rio Negro'nun buluştuğu yerden geçtik. Nehirlerin hızları, taşıdıkları alüvyonumsu şeyler ile suların sıcaklıkları farklı olduğu için 6 kilometre karışmıyormuş nehirler. Buyrun:
Amazon daha soğukmuş. İki tarafa da elimi soktum. Bence tam tersiydi. Ama sinek kovucuyu her sürdüğümde elim sobaya tutmuş gibi ısınıyordu, o yüzden ellerimin yalan söylediğini tahmin ediyorum. Bu olayın daha önce resimlerini görmüştüm, hadi be demiştim yakından böyle değildir. Böyleymiş, inanılmaz!
Nehirlerden geçip (büyük biliyonuz mu, çok büyük) karşı kıyıya geçince bizi antika vosvos minibüslere bindirdiler.
Dantelimiz bile vardı:
Çamur bir yolda gitmeye başladık.
Arada nilüferler gördük:
Bu yolda araba kullanan şöförler cidden usta. Yol çok kaygan, arabanın freni yolu tutmuyor. Sürekli arabanın önüyle arkası farklı yönlere (bazen yola 90 derece yan) bakarak ilerledik. Böyle şeyler de oldu.
İnip arabayı ittik. Her tarafımız kırmızı Amazon çamuru oldu. Çok eğlendim ama. Şöförün -gencecik bir çocuk- rahatlığını görmenizi isterdim. Bir de yağmur bastırdı. Öyle böyle değil. Yağmur ormanı ya. Tertemiz, aralıksız, yoğun. Damla gözüme vurunca lensimi oynatıyor. Öyle de güçlü. Yol bitti, nehrin ana kollarından bir başkasına kavuştuk. Kanoya bindirdiler bizi. Üstü açık. Of ama nasıl yağıyor. Kanoya bizden sonra karpuzlar, biralar yüklendi. Lensim fırlamasın diye güneş gözlüğümü taktım. Paparaziden kaçıyormuş gibi. Üzerimde çadır gibi bir yağmurluk var ama faydası yok. Ayağımın dibinde de bir oraya bir buraya giden karpuz. Yarım saat yol gittik öyle. Sonra şuraya geldik:
Bizim turun oteliymiş. Güneşli bir anında çektim bu resmi. (Resimdeki adam asaaabi bir tur rehberi. Lakabı little guy. Kanosundakileri azarlıyormuş. Susun falan diye. Yani bizimkilerde susun diyor (yoksa hayvanlar kaçıyor) ama öyle demiyor. Birileri eeh deyip ayrıldı onun grubundan. Oralardaki tek mutsuz insan herhalde. Tur süresince onun ve diğerlerinin arasındaki farki izlemek hayat dersiydi.)
Ben paylaşımlı odada yatakta kalıyordum:
Bayağı cümbüşlü bir oda görüldüğü üzere. Bir de Polonyalı bir aile vardı, sülalece gelmişler. Manyak bir amcaları vardı. Göbekli güdük bir insan. Gömlek giymemekte inat ediyor. Sürekli şortunun içine bakıp JAGUAR diye bağırmakta da inat ediyor. Ailenin her bireyi cins cins. Atarlı erken genç kızlarından gece kes sesini diye ayar yedim. Yatağımın üzerindeki hamamböceği üzerime doğru uçmaya başlayınca çığlık atmam hatalıydı herhalde. Yaa evet, hayatımda ilk defa kanatlı hamamböceği gördüm. Hem de birden çok kereler. Küçük de değiller; başparmağım kadar. İlk gece çok zor uyudum o yüzden. Diğer geceler de uyanıp uyanıp kafa lambamla cibinliğin içinde benden başka canlı bir şey var mı diye kontrol etmek zorunda kaldım. Ormanda her canlı benim bildiğim boyutuna göre serpilme fırsatı bulmuş. Şehirlinin kabusu..
Vaktimizi günde iki kere (bazen üç kere) kanolara doluşup nehirde ve su basmış ormanların arasından geçerek hayvan görmeye çalışarak ya da ormanda yürüyüş yaparak geçirdik. Doyamadığım nehir manzaraları şöyle:
Nehir sakin gözüküyor ama çılgın akıntı var. Başıboş ot grupları yer değiştirip insanın yön duygusunu karıştırıyor. Kaç kere otlara saplandık. Her seferinde rehber sallayın kanoyu diyor. Biz Karayip Korsanları misalı sağa sola rock the boat yapıyoruz. Bu arada kürekle ağaçlara tutunarak kanoyu kurtarmaya çalışıyoruz. Nasıl bir mücadele. Herkes kanter içinde. Bir seferinde rehberimiz suya girmek zorunda bile kaldı.
En çok zevk aldığımsa sel almış ormanlarda ağaçların arasından gitmek oldu. O zaman motor sesi de yok. Sadece kürek sesi, tuhaf tuhaf kuş sesleri, hormonlu ağustos böcekleri. Ağaçların arasından süzülen güneş (güneş çıktı mı affetmiyor yalnız, cız bız) veya yer yer yağmur. Film seti gibi.
Böyle bir ormanda durup pirana tuttuk. (Hamsi sordum yokmuş.) Ben de tuttum iki tane! Ay nasıl mutlu oldum becerince! Yalnız bir acaip hayvan, tekneye bırakınca deli gibi çırpınmaya başlıyor. Grubumuzdaki bir genç yakalamaya çalışınca hart diye ısırdı elini. Dişlerinin izi çıktı çocuğun parmağında.
Bir de ormanda salon salomanje ağaçlar gördük. Bu 400 yaşındaymış:
Ormandan faydalanıp yapılan bilekliğim.
Bir de pan flüt yaptılar bana. (ANNE EN SONUNDA PAN FLÜTÜM OLDU!!) Asap bozucu sesler çıkarıyorum kendisiyle.
Bu gezide neden doğa fotoğrafçılığı diye bir meslek var anladım. Gördüğüm hayvanları ortamından çıkarılıp elime verilmediği sürece bir fotoğrafta yakalayamadım. Ne önümden suya bata çıka giden pembe veya gri yunusları yakalayabildim ne de angel fish denen suyun yüzeyinde zıplayan balıkları ne de balığa dalan balıkçılları ne suyun kenarında takılan timsahları. Bir süre sonra vazgeçtim zaten. Bazen fotoğraf çekeyim derken bakmayı ve tadını çıkarmayı unutuyorum.
Ağaçta malaklayanları çekmeye çalıştım. Onlar da 'yeşil bir ağaç, ortasında bir yerlerde bir yaratık' şeklinde fotoğraflar. O da bulabilene. Ben zaten o hayvanları çıplak gözle de çok zor gördüm. Pıt pıt motorla giderken rehber insan üstü güçleriyle bir hayvan görüyor. Sonra 15 dakika boyunca bize tarif etme seansı başlıyor. İşte yeşil ağacın (hepsi yeşil) kahverengi dalının (hepsi kahverengi) devamındaki çapraz giden dalının (düz dal yok) üstünde. Bütün hayvanlar kamuflaj ustası zaten. Boa türü bir yılan gördü bizimki. Hiç birimiz göremedik. Ağaca çıktı. Ağaçtan gösteriyor. Hala göremedik. Hayvanı dürtüklemeye başladı. Biz hop napıyorsun kanoya düşecek isyanlarındayız. (Düşerse korkmayın diyor - tamam o zaman) Ama hala göremiyoruz. Bizdeki patırtıyı duyan bir tekne daha yanaştı. Ve mucize eseri hayvan o kanoya düştü. Benim tuzum kuru olduğu için onların paniğini anıra anıra gülerek izledim. Resmen gözümden yaş geldi. En önde oturan çift son anda kalkmasaydı, 1,5 metre boyundaki yaratık kafalarına düşecekti. O zaman gülmezdim herhalde. Neyse işte ben hayvanı düşmeden sadece 1 dakika önce görebildim. Dibimizdeymiş meğer. Sonra hayvanı boynuma aldım. O da boynumu kıstırmaya kalktı. Kaslı mahluk. Pek çok insan ellemedi bile. Hayret bir şey. Bir daha nerde göreceksin?
Her gün çok uğraşmanıza rağmen yakından bir tembel hayvan göremedim, hep uzaktan. Rehberimiz kendini yırttı ama bulamadık. Diğer kanolardaki herkes gördü. Akşamları onların videolarını hasetle izleyerek geçirdim. Ne zaman bir şeyi çok istesem böyle oluyor.. Bu olay da bir Titikaka'da yüzme olayına döndü. Az daha kalışımı 1 gün daha uzatacaktım. Eğer telefon çekseydi ve eve haber verebilseydim kesin uzatırdım. Ama bağzı insanlar merak eder diye kıyamadım. Neyse ben gördüklerime odaklanayım.
Bu yavru gibi mesela:
Kılavuzu karga olanın adlı eser:
Aslında koca nehrin ortasındayız fakat arkada kara gözüküyor çünkü ben düz gitmeyi beceremiyorum.
Gruptaki insanlar da çok iyiydi. Ben hep yaşlı çiftler olacak diye inanmıştım ama hep benim gibi insanlar vardı. Kano grubumuzda İsveçli bir kız grubu vardı. Biri Türk. İsveçteki sosyal devlet olgusuna bir daha hayran olmamı sağlayacak şeyler dinledim. 3 tam gün çalışıp 4 gün çalışmamak gibi. Grupta ayrıca bir sürü doktor vardı. En yakın hastanenin Manaus merkezde yani yarım gün uzakta olduğu düşünülürse bu durum beni bayağı bir rahatlattı. Arada yılan sokması hikayeleri dinlemeyeydim daha rahat olacaktım ama olsun o kadar. Yere bakarak yürümeyi öğrendim.
Nihayetinde hiç alışık olmadığım koşullarda güzel insanlarla dünyadan kopuk çok güzel 4 gün geçirdim. Daha da kalırdım aslında. Yapacak görecek çok şey var. Sadece haşeratla mücadele konusunda rahat olmak lazım.
Ertesi günü Manaus'ta yalnız geçirdim. Çok insanlı yerler beni yoruyor. Saçma sapan şeyler yaptım. Canım zeytin çekti. Carrefour buldum, gittim. Market gezmeyi özlemişim. Kendimi tavalara bakarken buldum. Biraz vaktimi de HSBC'den para çekmeye çalışarak geçirdim. Beni bekletirlerken Türkiye'daki banka kapandı, çekemedim. Neyse, öyle gündelik işler.
Şu an sabahın körü. Saatimi yanlış kurduğum için uyumadan havalimanına geldim. Rio'ya doğru saatler sürecek (önce Sao Paulo'ya uçak, sonra ordan otobüs) yolculuğumun başlamasını bekliyorum. Bir yandan da hartharthart kaşınıyorum. Amazon'un göbeğinde ısırılmadım da Manaus'ta baştan başa sivrisinek ısırığı içinde kaldım. Zaten sıtma paranoyası içindeyim. Üzerine mum dikti bu. Hadi gideyim bu sinekli yerden. Sinir bastı kaşınmaktan.
iyi oralarda jaguar görmemişsin :))
YanıtlaSilyilanin resmini koydugun iyi olmus ya :S telefonda anlattiginda icim kotu olmustu gordum ya tam oldu
YanıtlaSilyilani boynuna sarmadin di mi?!?
YanıtlaSilbenim favorim italyanca bu aralar. ama portekizce'nin (şarkılar dışında) konuşuluşunu duyunca çok sevdim ben de :) haşeratların üzerimi tamamen kapladığı kabuslarımı bizzat yaşamışsın ve de atlatmışsın. tebrik ederim! :) indiana jones gibisin ;) bu büyük iltifattır ha!
YanıtlaSil