Nerdeyim?

6 Haziran 2014 Cuma

Tayland - V - Koh Phi Phi & Railay

Hollandalı arkadaşım Mandy'nin peşine takılıp Koh Phi Phi'ye gittim. Adalardan biri Tayland Körfezi'nde diğeri Andaman Denizi'nde olmasına rağmen ulaşım çok kolay. Tekne, otobüs, tekne paketleri satılıyor 30 dolar civarı bir paraya. Bütün turistler aynı güzergahı gittiği için daha ucuza bulunabileceğinden pek emin değilim.  Özellikle tekneler çok pahalı.  Bizim teknemiz, yani aslında gemimiz çok fantastikti. İlk defa yataklı gemiye bindim. Ama kamara falan değil. Öyle koğuş usulü.


Koh Phi Phi'ye gidince biraz adayı tanıyalım dedik. Bir tüm gençlerin kaldığı koyu var, restoranlar, dükkanlar, barlar, ucuz oteller orda. Ve nasıl gürültülü biliyor musunuz? Aman yaleppi. İlk gece 4 kız sahilden gelen ses ne ya diye gittiğimizde paralize olduk. Yan yana 10 tane bar, anlamsız yüksek volümde aynı müzikleri çalıyorlar. Tayland'ın tüm adalarında popüler olan ateş dansçıları milleti ateşli iplerin altından limbo yapmaya, ateşli çemberlerin içinden geçmeye ya da ateşli iplerle ip atlamaya teşvik ediyor. (Bu ateş olayını anlamıyorum. Belli ki yakmıyor, çünkü önümde bir sürü insan ateşe düştü. Ama yine de nesi eğlenceli, pek kafam basmadı.) Kopkop:


Bir de herkes kovalarda bol şekerli bol alkollü bir şeyler içiyor. Hızlı sarhoş ol, hızlı saçmala.  Kovalar:


Diğer koylarsa tamamen resort. Yani merkezde olayım ama güzel bir plaj da güzel olsun olamıyor maalesef. Ada içi ulaşım da zor biraz, dere tepe yürüyeceksiniz. En kolayı long tail boat denen pırpır tekneler. Onlar da pahalı.

Bir de akıl almaz sıcak burası:



Neyse adada ve çevresinde çook güzel koylar var. Yakınlarda the beach filminin çekildiği Maya koyu var misal. Çevre koyları görelim diye bir pırpır tekne turuna gittik. Tüm gün snorkel yaptık 7 farklı koyda. Özellikle Bamboo Island denen yerde cennete düştüm sandım. Dibim düştüğü için fotoğraf cekmeyi unuttum, bunu internetten aldım. Hakikaten bu kadar güzel.


Maya koyu da çok güzeldi.




Fakat tabii vıcık vıcık turist kaynıyordu. Bir de bir kayanın üzerine çıkayım dedim fotoğraf için. Ayağımı kestim bi güzel. Kesiği farkettiğim ve kanamayı gördüğüm anın fotoğrafını farketmeden yakalamış Mandy. Komik bayağı. Allahtan Mandy ebe, tam teşekkül sağlık ekipmanı vardı. Bana baktı.

Yalnız gün batımının hakkını verelim:


Koh Phi Phi'yi pek beğenmediğimizden 2 gece kalıp mobilize olduk. Mandy kuzeye döndü. Ben de yakındaki Railay yarımadasına gitmeye karar verdim. Railay yarımadasında 3 büyük plaj var. Bana 2 ayrı kişi Tonsai plajını tavsiye etmişti. Tabii ki ulaşımı en zor olan oydu. Yarımada olmasına rağmen sadece tekneyle ulaşılıyor. Tekne dediğim pırpır. Yani suda bırakıyor yolcuyu. Sudan atlayıp, sırtta çanta karaya çıkıyorsunuz. Benim sırt çantam yok, tekerlekliyim. İkinci defa üzdü beni valizim. (İlki Bolivya'da Isla del Sol'deydi.) Bir de zaman geçtikçe pek bir şey almamama rağmen zıvanadan çıktı. Tabii içinde Nepal'e ve Tibet'e gideceğim diye mont ve kışlık kıyafetler var, ondan dev gibi. Şimdi oralar patladığına göre valiz bana iyice zul geliyor. Ulan Hindistan!

Valizin kocamanlığı bir yana bir de yağmur başladı. 2 saat göz açtırmayan yağmurda önce motortakside sonra teknede seyahat edince ben de valizim de sıçana döndük. Varınca bungalov buldum, yerleştim derken öğleden sonra oldu. Sahile ineyim dedim. Çok güzel bir yer:




Yürürken hava karardı bir anda, biri bağırdı bana 'kendine korunak bulman için iki dakikan var' diye. Kendimi ilk kafeye attım. Çok doğal bir yer bu koy, tüm mekanların her tarafı dekolte, pek korumalı değil aslında. Hakikaten 2 dakika sona gökyüzü aşağı indi, fırtına çıktı. Ben de kaçtığım yerde ara ara ıslana ıslana 3 saat bezip, kitap okudum. Herşey ıslak ve kumlu zaten, kaçış yok. Yağmur biraz dinince odaya gideyim dedim. Adada çoğu yerde 12 saat elektrik var, 12 saat elektrik yok. Elektrik saati gelmişti. Koşa koşa odaya gittim ve tüm gece fırtınadan içeride mahsur kaldım. İyi ki Tayland sim kartı almıştım da internetim vardı, duvarlarla konuşmama gerek kalmadı.

Sabah kafamı azıcık uzatınca biraz kuruluk gördüm. Hemen gittim, kendime bir tırmanış rehberi buldum. Çünkü bu yarımada  kaya tırmanışı merkezi. Yok ben kayaya ipli mipli tırmanmayacağım. Ya da ben öyle sanıyorum. Gitmek istediğim bir tepe vardı, tepesinden lagün olan. Çok dik dediler, ben de rehberle gideyim dediler. Düşüp kafamı yararsam biri ambulans çağırsın diye. Buldum rehberimi, adı Pet. Kanadalı genç bir kız da bize takıldı. Önce yolda bir tapınağa uğradık, adakları değişikti. Tövbee:




Sonra bir tepeye çıktık. Şöyle başlıyor ve 15 dakika iplere tutunarak tırmanıyorsunuz.


Kayalar nasıl keskin anlatamam. Her yerim açık yara dolu şu anda. Gördüğüm her eczanede pansuman yaptırıyorum. Tepeye çıkıp manzaraya baktık.


Sonra lagüne doğru inmeye başladık. Çok dik 4 terastan iniliyor. Her terası inişimizde Pet soruyor, devam edelim mi? Edelim. Çıplak ayakla inen insan kılığında yaratıklar vardı. Ben niye yapamayayım değil mi yani? Rehberimiz her adımda nereye ayağımızı koyacağımızı göstermese hayatta inemezdik. Yarım saatlik bir uğraştan sonra lagüne vardık. Ben suya atladım.



Yüzerken yukarı bakınca kayaların en tepesi bir göz şeklinde. Nasıl olabilir bu kadar muhteşem bir şekil, gidip kameramı alayım dedim. O anda sanki yüzlerce kuş havalanmış gibi yaprak hışırtısı çıktı. Ne oldu demeye kalmadan haşşırt diye dünkü yağmurun cinsinden bir şeyler indi. Tabii yüzdük o yağmurda biz, içten içe nasıl döneceğiz diye endişe ede ede. Çünkü tırmanmaya başladığımız yerde, yağmurda çıkmayın yazıyordu. O keskin teraslar yağmurda çamur şelalelerine dönmüştü. Islanmayı geçtim, çamur topağı ola ola önce indiğimiz teraslardan tepeye tırmandık. Tahmininden kolay oldu. Yalnız yapabildim. Kendime bir güven geldi. Sonra aşağı inmeye başladık. En sona gelmiştik ki bir saniye dikkatsizlik yaptım ve bir güzel kayıp düştüm. Dirseğim 3 cm açıldı, kaburgamı çarptım ve kırdım sandım (ama kırmadım galiba). 100 tane yerim çizildi. Ama en kötüsü çok korktum. Sakinleşince arkamda dirseğimden damlayan kan izlerini bıraka bıraka yarım saat daha yürüdüm, pansuman yaptırdım ve otele vardım. Değdi mi? Hem de nasıl! Ne zevkliymiş ya. Ama gereksiz riskli. Daha çok sevmeden kaçayım buralardan.

Ertesi sabah yine binbir güçlükle tekneye bindim ve Ao Nan'a geldim. Yine tekneden inerken ayağımı kestim. Kabak tadı verdi biraz. Valizimle bakışıyoruz, bir sonraki durağım neresi olsun diye karar vermeye çalışıyorum.

Tayland - lV - Koh Tao

Gece otobüsü, sabahın köründe otobüsten indirilip iki saat tekne bekleme (saçma mekanlarda uykular konusunda şahsi rekorumu kırdım, dışarda, tahta yerde, 150 kişinin ortasında, 2 saat temiz uyudum) ve tekneyle kaotik bir limana bırakılma sonucunda Koh Tao'ya vardım. Koh Tao güzel mi güzel plajlı güzel mi güzel bir ada.


Suyun üstü kadar altı da güzel olduğu için minnacık adada 50 kadar dalış okulu var. Fiyatlar da dünyanın diğer yerlerine göre uygun. Hal böyle olunca ben de armut toplamaya gelmedim tabii. Sora sora bir dalış okulu buldum. Oteli de içinde veriyorlar genelde. Kendimi bir advanced open water (ileri dalış) programına yazdırdım. Yanisi 18 metre dalabiliyorken iki günde 30 metre dalabilir oldum.

İyi ki de yapmışım, hem çok güzel insanlarla tanıştım hem de çok güzel dalışlar yaptım. Navigasyon dalışında görevim Nemo'yu bulmaktı. Karada harita üzerinde tarif ettiler pusula verdiler, hadi bul! Buldum da! Hem de paralel evrendekini buldum. Anne, baba, 1 ortanca? 2 minik olmak üzere maaile Nemo'ya benzer 5 balık tam da haritada bana gösterdikleri yerde kendilerince takılıyorlardı. 2 minik fırıl fırıl dönerek oyun peşindelerdi. Çok tatlıydıı! Finding Nemo'daki kırık aile hikayesini kalbim parçalanarak (hem de kaç kere) izledikten sonra çoook mutlu oldum bu aile tablosuna.

Bir de gece dalışı yaptık.  Çok gergindim en başta ama sonradan açıldım. Yine de tuhaf baya. Dalış sırasında zaten maskeyle ekipmanla kısıtlanıyorsunuz. Hareket kabiliyeti yüzerkenki gibi değil. Bir de üzerine gecenin karanlığında dalıp sadece elinde fenere güvenmek faktörünü de ekleyince bende 'niye böyle şeyler yapıyoruz biz insanlar?' sorusu uyandı. Sonra uyuyan sini büyüklüğünde bir kaplumbağa gördüm kafamdaki soru biraz geçti. Üzerine tüm grup ışıkları kapatıp elimizle suyu köpürtünce planktonlar ışıl ışıl ışıldayınca soru neredeyse tamamen gitti. En son morötesi bir ışıkla resiflere bakınca gördüğüm capıscanlı renkler aklımda soru falan bırakmadı. Sudan çıktığımızdaysa hilal doğmuştu. Haleluya!

Sonra dalış grubu olarak yemek yiyelim dedik. Fakat biz buluşana kadar gökyüzü aşağı indi. Yağmurlu mevsim başladı buralarda. Çöp torbaları sokaklarda yüzdü, sokakları dize kadar su bastı. Biz nihayet buluşup yemek yiyecek yer aramaya başladığımızda her yer kapanmıştı ve biz daldığımızdan daha ıslaktık. Madem öyle bize de 7eleven'dan saçma yemekler alıp bir bara çömmek, akabinde de ayaklarımız okyanusta yağmur altında 3 saat dansetmek düştü.

Koh Tao'daki son günümde yakındaki şu adaya gittik. Ada özel mülkiyetmiş bu arada. Şaka mısın?




Tiskolu bir pırpırla gittik döndük:


Koh Tao'da güneş şöyle batıyor. Biz gece dalışı için suya atlamadan evvel:



Ha bu da benim ilk günkü oyun arkadaşım. Konuşamadığımız için ismini öğrenemedim.



Koh Tao'dan Malezya'ya inecektim. Biri dedi ki Koh Phi Phi'ye gidiyorum sen de gel. Açtım baktım google görsellerden. Hmmm güzelmiş. Tamam geliyorum.

Tayland - lll - Tren pazarı ve vize dertleri

Hazır Bangkok'tayım aklımdaki listede eksik kalan şeylerden birini tamamlamayım dedim. Maeklong tren pazarına gittim. Haftanın her günü kurulan bir pazar bu. Özelliği pazarın tren raylarının hemen yanında hatta yer yer üzerinde kurulması. Turlar da var ama minibüsle de çok rahat gidiliyor.  Bangkok'tan 1,5 saat kadar sürüyor. Pazar manzaraları:







Bir de bu arkadaşı gördüm, takılıyordu ortalarda. Bir süre sokak yemeğini kestim akabinde.


Sonra cızırtılı bir gürültü yapıldı dinng danng donnng diye. Balıklar, meyveler, sebzeler, tenteler saniyeler içinde toplandı. Toplandı dediysem rayların 5 cm kenarına kondu yani. Raylarda duran turistler de azarlandı bir temiz. Kaçır teyze domatesleri:



Ve tren geldi - videoda gerçeğinden uzak gözüküyor. Çok yakın geçiyor inanamadım:


Tren geçtikten 15 saniye sonra hayat normale döndü:


Ben güzide bir hayvan gibi trene bakarken cep telefonuma bir mesaj geldi. Gelip pasaportunuzu alabilirsiniz diye. Uça uça gittim. Pasaportumu evirip çeviren kıza vize vermişler mi diye sordum. Vermişler dedi. Mutluluk dansı yaptım ufaktan. Bu arada yan bankodaki genç yeter artık sizin yüzünüzden üçüncüye uçak kaçırıyorum diye atarlanıyordu, çok üzüldüm çocuğa ve ayy çok şükür bana vermişler diye düşündüm. Aldım elime pasaportu. Var hakikaten bir vize. Vermişler bir vize vermesine ama tek giriş vermişsiniz gerizekalılar. Ben sizden çift giriş istedim. Nepal vizesini de koydum oraya. Salak mısınız arkadaşım? Üç beş BU NE BEEE diye bağrındım. Sonra dedim herhalde bu bana evrenden bir mesaj. Zorlama artık. Oryantasyonum kaçmış şekilde çıktım vize merkezinden. Bütün akşam adapte olmaya uğraştım. İlk işim ve en zor işim Nepal ve Tibet'e gidemeyeceğimi kabullenmek oldu. Kasarsam giderim elbette ama artık yolda Hindistan'a ya da başka bir memlekete bir daha resmi bir başvuruda bulunmak istemiyorum.  Ne yapsam ne yapsam? Ben Malezya'ya ordan Singapur'a gidecektim hemen. Ordan da Delhi'ye. Nepal'e ve Tibet'e gidemediğime göre 1 ay Hindistan'da mı kalayım? Zaten sinir oldum adamlara bir de para mı kazandırayım. E madem öyle ertesi sabah soluğu Tayland vizemi uzatmak için Perpa kılıklı bir yerde aldım. 60 dolar civarı bir paramı alıp vizemi 1 hafta uzattılar. Sonra da uçağımı erteledi Çiğdem Hanım.  Ben de açtım google maps'i ve haritadan kendime ada beğendim, ada çok buralarda, uzun sürdü o yüzden. Zaten Tayland'a gelip bir adaya gitmesem ayıp olacaktı. Bana da amele yanıklarımı tamamlamaya çalışmak için bahane çıktı.

Yani gıcığım sana Hindistan çok fena. Tanıştığım herkes diyor ki Hindistan'la aramda aşk nefret ilişkisi var. Benim de öyle olacağını tahmin ediyordum. Şimdilik yalnızca tek tarafını gördüm. Gitmemeyi bile düşünüyorum. Neyse bakalım önümüzdeki günlerde hakkında neler hissedeceğim?

Tayland - ll - Ayutthaya & Chiang Mai & Pai & Suppong

Chiang Mai'a gitmeden evvel yolda Ayutthaya'ya uğradım. 3 nehrin kesiştiği yerde kurulmuş ve Burmalılar kendilerini süpürene kadar 400 sene hüküm sürmüş Ayutthaya krallığının başkenti olan şehir burası. Nehirlerin arasında kalan adada ve adanın hemen dışında adım başı tapınak ve saray var. Benim vaktim dar, hava sıcak ve canım tatlı olduğundan ve ayrıca bir insanın günde 5'ten fazla tapınak görmesi sürmenaj ve 'taş işte amaan' etkisi yarattığı için, Ayutthaya ziyaretimi 5 güzel tapınakla kısıtladım, Wat Phra Si Sanphet, Wihaan Phra Mongkhon Bophit, Wat Lokaya Sutha, Wat Phra Mahathat, Wat Chai Wattanaram. Çok güzel çok.
















 

---

Ara not: Burda şöyle bir şey oldu, Tayland'da ordu önce sıkıyönetim ilan etti, sonra yönetime el koydu, bütün hükümeti topladı, bilinmeyen bir yerde hapsetti, yetmedi akşam 10'la sabah 5 arası sokağa çıkma yasağı ilan etti. Böyle yazınca çok endişe verici gözüküyor. Fakat turistlerin endişe edecek hiçbir şeyi yok. Böyle sevimli darbe olamaz. Askerle özçekim çektiren çektirene. (Özçekim çekmek? TDK bu kelimeye başka bir fiil bul. Ama zaten yemek yemek, içki içmek diyen bir milletiz. Neyse bırak dağınık kalsın.) Olayların göbeğindeki zafer anıtı meydanından kaç kere geçtim - yok gösteriye falan katılmadım, henüz delirmedim, minibüsler ordan kalkıyor, konsolosumuz da böyle nümayişlere katılmayın demiş zaten websitesinde). Ben geçerken gösteri yoktu ama benim boyumda silahları olan askerler duruyordu. Turisti görünce heroooo diye selam veriyorlar.

Sokağa çıkma yasağı da adam gibi uygulanmıyor. Eminim 'şer yuvası' olarak gördükleri mahallelere uyguluyorlardır ama yine de Bangkok'ta sokaklar bomboş haberleri yalan. Gecenin 12'sinde taksiyle trafikte kaldım, o kadar diyeyim. Tek kötü tarafı dükkanlar kapanıyor. Yani tabii beyaz erkeklere yönelik bol ladyboylu barlar sabaha kadar açık. Bu barlar konusunda çok fena laflarım var, burada bu meselelere girmeyelim.

Neysem söylediğim gibi özellikle turistlere hiç dokunmuyorlar. Şehirlerarası yollarda 3 kere minibüsümüz durduruldu, her seferinde Taylandlıların kimliklerine bakıp turistlere heroo ver yu goin deyip saldılar. Pasaport kontrolü bile yapmadan. Belli ki turizm baltalanacak diye korkuyorlar. Hele tatil adaları başka dünya. Buralar mafyanın kontrolünde, dediler, yok ordu, dediler. İnandım ben de. Bundan sonra olanlar hep darbe zamanı ama beni etkileyen bir durum hiç olmadı.

---

Chiang Mai'ya varmak için 12 saatlik bir yataklı tren yolculuğunu tercih ettim. Herkes perdeleri çekince hastaneye benziyor azıcık.


Çok güzel bir yolculuktu. Siz de yapın. Alt yatak isteyin yalnız. Üst kat sardalya tenekesi gibi. Valizleri koymaya raf olacakmış da yatak yapmışlar. (Durup dururken niye blogda tavsiye vermeye başladım acaba? Acaba gezgin bilmişliği bana da mı bulaştı?)

Chiang Mai Tayland'ın kuzeyinde tapınaklarla dolu, minik ve turistik bir şehir. Çevresinde de turistlere yönelik bir sürü aktivite var. Ben de bir kısmını yaptım. İlk olarak şehre varır varmaz koşa koşa Tiger Kingdom'a gittim. Kaplan sevmeye. Hayvanat bahçelerine giderek artan bir nefretim olsa da yavru bir kaplan sevmek şansı ağır bastı maalesef. Gidip de artık yeni doğanları kimseye elletmediklerini öğrenince çok üzüldüm. Daha aşılanmamış oluyorlarmış çünkü. En küçük ne var menüde diye sorunca 3 aylıklar var dediler. Girdim kafese hani 3 aylık kedi dedim. Bana bunu verdiler.



Bu kadar büyük olmasını beklemiyordum aslında. Görevli beni hayvanın karnına yatırdı, patisini suratıma falan koydu. Resmen suratımın yarısı kadar pençesi var. Sadece 3 aylık olabilir ama boyutu beni bayağı korkuttu. İstese atardamar elinin altında. Bir de diyorlar ki sert sev, yumuşak sevme, sinek zannedip ani hareket yapar, ürkersin. Ceketim olsa ilikleyip kı.ın kı.ın çıkacağım kafesten, nasıl sert seveyim? Hayvan yerde yatarken arkasından mıymıy sevince hakikaten bir huylandı, ani bir hareketle bana dönüp, patisini kaldırdı. Bir garezi yok aslında garibimin ama ben tırstım tabii. Hapşıran panda yavrusu gibi (bkz yuutup baby panda sneezing) ufak bir çığlıkla yerden 5 cm havalandım. Sonra biraz alıştım ama süre bitince 5 dakika daha lütfen diye ısrarcı olmadım. Uslu uslu terkettim mekanı.


Yanına girmeye cesaret edemediğim diğer büyük kedilere de bakayım diye parkta dolaşınca geldiğime ve para verip desteklediğime pişman oldum. Bazı kafesler gözüme çoook küçük gözüktü. Bazı kaplanlar kafeste daralmış, bazılarının ruhu kırılmış gibi gözüküyordu. İçim ezildi.

Sonra yine çok turistik bir şey yaptım. Uzun boyunlu kadınların köyüne gittim. Köye girmek için para kesiyorlar, siz de insancıkların evlerinin içinde dolaşıyorsunuz. Sonradan okudum, human zoo demiş ecnebiler buraya. (İyi bir tercüme bulamadım, insan bahçesi belki. Hani hayvanat bahçesi gibi ama insanların sergilendiği cinsinden.) Gerçekten çok doğru bir tespit. Kendimi sömürgeci gibi hissettim. Ama sonra oturan iki kadın beni yanlarına çağırdılar, meyve ikram ettiler, bayağı bir muhabbet ettik. Biri 22 diğeri 25 yaşındaydı. İkisi de evli, birinin çocuğu var, zibidiyle oynadım azıcık. Evli olmamamı çok garipsediler, niye evli değilsin diye üst üste sordular. Salon kadını çizgimden taşmadan geçiştirdim. Bu ufak densizliği (!) saymazsak sömürgeci turist ruh halimden sıyrılabildiğime çok sevindim. Gerçek insanlarla gerçek konuşmalar yapabilmek iyi geldi. Çok turistik aktivitede insan gerçekliğe hasret kalıyor.



Sonra Chiang Mai'in ortasında güzel bir tapınakta başka bir gerçeklik buldum. Hipnotize olup izledikçe izledim.



Resimde bir misafir görüyor musunuz?



Chiang Mai'a geldiğimde Bangkok'ta tanıştığım birilerinin kaldığı hostele yerleşmiştim. Akşamı onlarla gece pazarında ve saçma ama eğlenceli bir barda geçirdim. Gece yatağımda hamamböceği vardı. Hamamböceğinin gazabı bölüm 4. Devamı da var üstelik.  Hehe. Keratalar.

Ertesi gün aynı grup beraber bir fil koruma alanına gittik - adı Ran Tong. Hayatımda geçirdiğim en güzel günlerden biriydi herhalde. Baştan alayım. Özel bir koruma alanı burası, sahipleri tarafından kötü muamele edilen ve zor koşullarda çalıştırılan filleri satın alıp koruma altına alıyorlarmış. Maksatları fillere kaybettikleri hayvansal güdüleri geri kazandırmak. O hayvansal güdüleri kırmak için hayvanları doğduktan hemen sonra aç susuz bırakıp sürekli sopayla dövüyorlarmış. Ay bir de annesini de uzağa bağlıyorlarmış, görebilecekleri ama erişemeyecekleri bir mesafeye. Anlatıldıkça fenalık geçirdim. Ran Tong'un tek geliri turistlerden aldıkları ücretler - devlet katkıları yokmuş. Devletin hayvanlara kötü muamele eden yerlere yardım yaptığından yakındılar. Toplam 15 civarı filleri var, 2 tane de yavru fil. Aynı yaş erkek fil barındırmıyorlar, yoksa kavga çıkıyormuş. Filler arasında büyüğe saygı kavramı varmış, karşı çıkmazlarmış. O yüzden pek sorun çıkmıyormuş.

En çok hoşuma gidense hayvanların serbest gezmesi oldu. Sadece gece bağlıyorlarmış, yoksa gidip çiftçinin bağını, bostanını yiyormuş hayvanat. Bir de bir keresinde dişi bir fil kaçmış, bulmak için aslında ortadan kalkmasına uğraştıkları fil avcılarından birini tutmak zorunda kalmışlar. Enteresan başka bir şey de her filin bir tane kendine özel bakıcısı var. Fille bakıcısı arasında tuhaf bir bağ var. Hayvan sadece onu dinliyor. Ve her işini sadece o bakıcı yapıyor, gece gündüz fille kalıyor. Eğer ayrılırlarsa fil bir süre depresyona giriyormuş. Bir de topu topu 15 fil arasında geçen öyle güzel hikayeler anlattılar ki bayıldım. Başka bir koruma evine giden arkadaşlarının yokluğunu protesto edip ziyaretçileri gezdirmeyi topluca reddetmeleri, doğum yapan arkadaşının yanından ayrılmayan ve onu sürekli rahatlatmaya çalışan diğer dişi, ha bire sevgili değiştiren zilli dişi gibi gibi. Ufak bir pembe dizi kıvamında.

Ran Tong'a varır varmaz çevremizi bir kaç fil sardı, tanıştırdılar isimleriyle. Herkes anasının karnından fil terbiyecisi çıkmış gibi elledi hayvanları, besledi. Öyle böyle değil kocaman hayvan, bir bacağı ben kadar, ben dokunamadım önce. Elime muz aldım herkes gibi besleyeyim diye, muzu görünce hortumunu elektrik süpürgesi gibi hüplete hüplete geldi biri. Ben geri gidiyorum, o geliyor. Kıstırdı beni, bir şekilde yedi muzu, bence bu kadar ekstrem spor yeter deyip kenara çekildim. Sonra bize kıyafetler verdiler. Ve fil binme talimi yapmak üzere hayvanların durduğu yere götürdüler. Çook büyük hayvan, her baktığımda ayrı şaşırdım. Hepsi de insan gibi, bakıyor, inceliyor, hafızasına alıyor, geliyor insanın dibinde duruyor. Ne kadar büyük olduğunun da farkında değil herhalde diye düşünürken kendinden beklenmeyecek kıvraklıkta ve sessizlikte yürüyüp bir anda yanında bitiveriyor. İncelememi zor bitirdiğim ve cesaretimi toplayamadığım için binmeyi en son deneyen ben oldum.  Üstüne basıp çıkıyorsunuz, kulaklarının arkasına oturuyorsunuz. Hooop diye 'düşsen ölürsün' bir yüksekliğe kalkıyor ve kıvrıla kıvrıla yürümeye başlıyor, üzerinde 10 dakika tutunmak 2 saat pilatese bedel. Bir de özellikle sırtında kılları var. Saplanıyor bacaklarına insanın. Deneme sonrası kendimi hayvanın üstünden dar attım.  İlk deneme için herkes aynı file bindiğinden, hayvan mundar olmuştu. Özel bir bağ kuramadım kendisiyle. Sonra hadi filinizi seçin dediler, illa ki korkumu yeneceğim ya büyük bir taneye bineyim dedim. Sonuçta Kanadalı bir gençle kendimi Tonghin'in sırtında buldum. 35 yaşında olgun kocaman bir erkek fil kendisi. Tek derdi yemek. Bakıcısı Noklin. Oğlan bildiğin apaçi. Muz yaprağından sigara içiyor ve Tonghin'le asker arkadaşı gibi uzun uzun konuşuyor. Ciddi ciddi konuşuyorlar. Yemek için kavga ediyorlar. Şakalaşıyorlar. Bizim Tayca verdiğimiz komutlar Tonghin'in bir koca kulağından giriyor, diğer koca kulağından çıkıyor ama Noklin söyleyince anında görüntü. Film gibiler.



Tonghin bizi sırtında ormanda, tepelerde gezdirdi. Aç fil oynamaz diyor arada, keçi yolu gibi yolumuzdan sapıyoruz bambu buluyoruz, yiyor, yiyor, yiyoruz. Ağaçtan zar zor ayrılırken biraz da yolluk koparıp onunla devam ediyoruz. Bu arada Noklin ağaç köklerini kazıyor, sürekli paşamıza yemek hazırlıyor. Tonghin de herşeyi hamuduyla yutuyor.  Gölgeleri es geçmiyoruz, durup, dinleniyoruz, su birikintilerinden suyu hüpletip bir güzel duş alıyoruz, ıslanıyoruz. Her hareketi o kadar sevimli ki içimden bir şey ılık ılık aktı. Her adımını, her hüpletmesini, bizi her ıslatmasını ayrı sevdim, hiç bitmesin istedim.

Böyle böyle Tonghin bizi toplam 3 saat kadar gezdirdi. Sonlara doğru gitmek istediğim istikametin tersi kulağına hafif hafif ayağımla dokunarak gitmeyi sağlamasını başardım. İstediğimi yapınca durup muz veeeer minvalinde hortumunu yukarı kaldırıp hüpletiyor, yok diyorum yok, yedin hepsini, git bambu bul. Türkçe söylediğim için anlamıyor sanırım ama yine de gidip bambu buluyor. Son durağımızsa bir göldü. Bütün grup filleriyle beraber suya girdi. Suya ilk girince Tonghin suda yüzen tası hortumuyla alıp bana doğru uzattı yıka beni diye. Yine içim aktı.

Hepimiz filimizi yıkadık, ağaç köklerini lif olarak kullanıp keseledik, derisine yapışan böcekleri temizledik. Hayvan resmen mutlu oldu, o inanılmaz sıcağın içinde huzur buldu. Kafasından aşağı su dökünce uzun kirpiklerini yavaaşça kapatmasına bile hayran oldum. Azıcık uzaklaşınca hortumunu sudan çıkarıp dokunmuyor mu bi de geri gel diye. Hayatımda hiçbir hayvana böylesi bir bağ hissetmemiştim.

Sonra akşam oldu, gitme vakti geldi, sarıla sarıla bir hal oldum dev kuzuma. Arabaya gidiyorum, gelip yanımda duruyor. Böhüü. Vedalaştık, kalbimin bir parçasını alıp Noklin'le beraber gitti.


Bütün akşam durup durup Kanadalıyla ben filimi özledim diye ağıt yaktık karşılıklı.

Chiang Mai 5 par etmez Tonghin'im yanımda olmayınca deyip Chiang Mai'dan kuzeye doğru ayrıldım ertesi gün.

Eklendigim bir grupla 762 virajlı bir yoldan kıvrıla kıvrıla 4 saat kuzeydeki Pai'a gittik. Belli bir zamanlar sevimli bir hippi kasabasıymış ama şu haliyle pek beğenmedim ben. Biraz büyümüş, hormonlu gibi olmuş, gereksiz batılılaşmış. Satıcılar, dükkan sahipleri de biraz terbiyesiz geldi bana. Gruptaki gençler her Güneydoğu Asya'da gezenin adeta giymek zorunda olduğu ince kumaştan, renkli filli, güllü, dallı, paçası dar, şalvar gibi pantalonlardan almak isteyince her dükkana girdik de ondan biliyorum. (Ha bu arada sonra o pantalonlardan ben de aldım.)

Akşamında sokağa çıkma yasağının ne kadar uygulandığını bilmediğimiz için hostelde kaldık.  Bütün hostel de hostelde kaldığı için ufak çapta bir toplaşma oldu, şık oldu.

Ertesi gün Pai'dan kaçıp 1 saat daha kuzeye çıktık. Suppong diye bir kasabaya geldik ve fil arkadaşım Kanadalıdan aldığımız tavsiyeye uyup ormanın ortasında Cave Lodge diye bir yere yerleştik. Muhteşem güzel bir yer.




Ormanın ortasında olması vesilesiyle uçmaya başlayınca elim kadar olan hamaböceklerinden de bahsedeyim de giderseniz bana küfretmeyin. :)

Çevresinde mağaralar var, biz de günlerimizi mağaralara yürüyüş yaparak ve sonrasında bayılıp hamaklarda yatarak geçirdik. Yürüyüşlerde rehberimiz bir dağı gösterip, o dağın arkası Burma dedi. Bir gün geleceğim dedim Burma'ya, yürüyüşüme devam ettim.

Arada yakınlardaki köylere de uğradı, saça resimler çektim:




Hindistan Konsolosluğu'nun yavaş yavaş keyfi gelir de vizemi verir, pasaportumu iade eder diye umduğumdan kendimi Bangkok'a geri attım 17 saatlik indi bindili bir yolculuktan sonra.