Nerdeyim?

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Hindistan - III - Rishikesh & Kasol

Uzaktan kumandam dedi ki Delhi'den çık, kuzeye git. İlk istikamet Rishikesh. Tamam dedim. Niye gidiyorum oraya? Çünkü yoganın başkenti dedi. Peki. 

Şuursuz google map'e bakıyorsunuz, Delhi'den Rishikesh 4 saatlik yol. Hindistan'da sakın google maps'e güvenmeyin. Aman sakın. Diğer gezdiğim yerlerin aksine insanlar size 4 saatlik mesafe 8 saat sürer diyorlarsa bir bildikleri vardır. Çünkü memleket kalabalık, alt yapı yetersiz. O kadar insana nasıl alt yapı yapılır, aklım fikrim almıyor. Bir de Haziran Hindistan'da tatil ayı imiş. Yani 1.1 milyar insan bir yerlerden bir yerlere gitmeye çalışıyor. Öyle olunca ben trenlerde yer bulamadım. Aslında trenlerde hem kadın hem de yabancı kotası var ama hiç birinde yer kalmamıştı. Bir de tren doğrudan Rishikesh'e gitmiyordu, yarım saat uzakta Haridwar'a bırakıyordu, ondan çok da kurcalamadım. Delhi'de muhtelif otobüs şirketlerine sordum. Kendimce bir karar verip bilet aldım. Anlatmadan evvel tecrübeyle öğrendiklerimi ön bilgi olarak aktarayım.

Hindistan'da şehirler arası otobüs yolculuğu iki tip. İlki local bus denilen halk kitlelerine katıldığınız ve Hindistan'ın gururu TATA marka taşşş gibi yerel otobüslerle. Bunların çoğunun sağ tarafı 3'er, sol tarafı 2'şer kişilik, ortadaki koridora ayakta tıklım tıkış yolcu alıyor, şöförün yanında bizde bozuk paralık konan yere 4 kişi kadar oturuyor, kırsal kesimde ise otobüsün tepesinde de seyahat ediliyor. Ve ÇOK PİS! Pisliği tarif etmem mümkün değil. Ve tabii çok sıcak. Bazı otobüslerde pırpır pervane var ama ben o kadar şanslı değildim. Otobüs durduğunda - ki sürekli duruyor çünkü dağ yolunda bile trafik var ve Alllaaaaahımmm bir otobüs her kasabaya uğrar mıııııı?- insan o kadar bunalıyor ki her zerresinden ter fışkırıyor. Bir süre sonra silmemeye başlıyorsunuz zaten. Kıyafetler ter tuzu desenlerine bulanıyor. Muhtelif yerel otobüsler yolculuklarımdan derlediğim bir demet manzara sunuyorum size:

Bir yabancı (hele kadın!) yerel otobüs binerse ne olur isimli başparmağı selfie'si çalışmam:




Otobüslerin her yeri ayrı lıngırdıyor, kapı açılmasın diye kapıda kilit var. Her inen binen olduğunda açıp kapanıyor.


Taşşş gibi TATA marka otobüsümüze nazar değdi, lastiği patladı, yapılmasını bekledik. Bu arada TATA'yı büyük harflerle TATA diye yazmamın sebebi var. Çünkü ne zaman TATA marka araç görsem zihnimde çok yüksek sesle TA - TA!!! diye bağırıyorum. Bilmem nedendir ama bütün Hindistan seyahatim böyle geçti.



Dağ yolu trafiği ve püfür püfür seyahat edenler:



Boş bir anda yakaladığım temizce bir yerel otobüs. Ben bu esere 'b.k üstünde badem gelin' ismini taktım, sariler rengarenk sarı, yeşil, pembe, her birinin takı takılabilecek her yerinde takı vardı ama vaziyet bu işte:


Bu nadide eserde ise otobüsün ön sol lastiği boşa düşmüştü, onu kurtarmalarını izliyorduk.


Hazır trafik meselesine giriştim kornalardan bahsetmeden olmaz tabii. Hindistan'da bütün kamyonların otobüslerin üzerinde koca koca harflerle BLOW HORN yazıyor. Yani kornaya bas. Na beyle - öndeki cıncırık kamyonda bile var:


Bu küçük detay Hint trafiğinin aslında orman kanunlarının geçerli olduğunu, yollarda neredeyse hiç polisin olmadığı, çocukların yük taşıyan kamyonları kullandığı bir cangıl olduğunu bence çok güzel özetliyor. Aracının arkasına kornaya bas yazan şair aslında şunu diyor: 'Ben bakmıyorum arkadaşım, sen nerden, ne hızla gelirsen gel, geçiş üstünlüğün falan beni ilgilendirmez, ben yola bakmıyorum. Sen benim tarafımdan görülmek istiyorsan kornaya basacaksın ve benim seni gördüğünden emin olacaksın, yoksa seni cırk diye ezerim ve dönüp arkama bakmam bile!' Hal böyle olunca kimsenin eli kornadan inmiyor kardeşim, sürekli sürekli sürekli BEN BURDAYIM, BEN GELİYORUM HA, ÇEKİLİN ÖNÜMDEN, BEN GELİYORUM, BENİM GELDİĞİMİ GÖRDÜNÜZ Dİ Mİİİİ diye bağıran araçlar var ortada. Minnacık arabalarda kamyon kornası, abuuuube, abuuuube diye geziyorlar. O hale gelmiş ki bence artık hepsi biraz sağır olmuş ve omurgadan korna çalıyorlar sürekli. Sen de diyorsun ki işte bu yüzden meditasyon var. Bu yüzden burası kabullenmişliğin memleketi Hindistan. Kabullen, gülümse ve hare krishna!

Hindistan'da şehirler arası otobüs yolculuğu iki tip demiştim ya, ikincisi de Volvo tipi. Yani nispeten rahat koltuklar. Yani klimalı. Yani löküs. Klimalı ne demek, köklüyoruz klimayı donasınız diye demek. Ha bi de 200 rupi daha fazla veriyorsunuz demek. İşte ben Delhi'den ilk ayrılışımda şoka uğramayayım diye bir Volvo gece otobüsüne yer ayırttım. Yani aslında lonely planet'ta diyor ki 'Hindistan'da otobüsle gece yolculuğundan kaçının, zaten çılgın olan şöförler gece ayrıca coşuyor' ama tabii benim Hindistan'daki ödevim korkusuzluk olduğu içün ben Bolivya'da sarhoş şöförün arabasına binmiş insanım diyerek biletimi aldım, yola döküldüm. Önce akşam otobüs durağına giderken bir rikşacı beni yanlış yerde bıraktı. Sonra yol sorduğum bir polis amca bana acıyıp, köprü altından geçmen lazım, orada çok uyuşturucu bağımlısı var, diyerek beni kendi eliyle durağa teslim etti. Bir süre sonra bir auto'cu geldi, bin buna dediler; halbuki otobüs buraya mı geliyor diye sormuştum, buraya geliyor demişlerdi yalancılar. Tabii bir de ekstra para istediler auto için, vermem dedim ama bindim mecbur. Otobüse vardık. Otobüs Volvo falan değil, bildiğin TATA! Telefonla aradım bileti bana satanı, bağırdım çağırdım falan ama başka otobüs yok. Neyse bu arada o kadar çok şov yaptım ki bağırarak, autocu kaçtı parasını almadan. Öyle böyle derken o zamana kadar bindiğim en rahatsız otobüslerden birine binmiş oldum. Yanıma da Hindistan'ın tek tombul adamı oturdu. Kucağında da 4 yaşlarında bir oğlan çocuğu. Gece yer uyandığımda çocuğun ayağı başka bir yerimdeydi. Zaten koltuklar dünya rahatsızı. Bütün gece de Bollywood müziği çaldı davul olasıcalar. Öyle tepine tepine sabah 6'da Rishikesh'e vardık. 

Rishikesh ortasından  Ganj geçen kutsal bir Hindu kasabası. İki ana köprüsü var, Ram ve Laxman. Hayat o iki köprünün etrafında toplanıyor. Böyle bir yer:







Rishikesh'te onlarca onlarca yoga okulu var. Genelde 1 ay süren yoga öğretmenliği kursları veriyorlar. Ben de bu okullardan birinin misafirevinde kaldım. Tabii otobüsten inince ilk misyonum orayı bulmaktı. Yukarıda fotoğrafını koyduğum köprüden yürüyerek geçtim ve ufak meydanımsı bir yere çıktım. Yollarda onlarca turuncu kıyafetli insan yatıyor. Bunlara Sadhu (ya da baba) diyorlar. Sokaklarda yatıp kalkan, hayatını Hindu öğretilerine ya da yogaya adamış, tüm ailevi, sosyal ve ekonomik bağlarını koparmış, aydınlanmış olduklarına ve reenkarnasyon döngüsünden çıktıklarına inanılan (dolayısıyla ölünce yakılmayan), hayatlarını bağışlarla (başka bir değişle dilenerek) idame ettiren, günlerini ellerindeki teneke kutulara pirinç atan insanları kutsayarak, onlarla konuşarak, inek besleyerek ve Ganj'da yüzerek, yıkanarak geçinen insanlar. Haa tabii bir de ot içiyorlar sürekli - bu da dini bir ritüelmiş. Bizim standartlarımızda 'sapasağlam adam, çalışsın' bu insanlar, Hindular için kutsallar ve insanlar onları beslemeleri gerektiğine hakikaten inanıyorlar.

Yerlerde yatan ve bağış bekleyen turunculara bürünmüş bu insanları ilk gördüğümde bir şoka uğradım zaten. Ordan her geçişimde bir avuç pirinç için dilenen insanların yanında fotoğraf makinemi çıkarmaya utandığım için internetten bulduğum şu fotoğrafı paylaşıyorum.


Ama benim aklımdaki manzara biraz farklı.  Hava biraz kapalı hayal edin. Yerler ıslak ve çöp içinde. Ve daha da önemlisi her yer manda ve dolayısıyla o güzide hayvanın b.ku! O kadar b.ku bir arada görünce buranın yoganın ve meditasyonun başkenti olduğuna dair bir aydınlanma yaşadım. Başka türlü bu pisliğe nasıl tahammül edilir benim aklıma cidden gelmiyor. Neydi, kabullen, gülümse ve hare krishna! Ama inekleri, mandaları sevmelerini bir görseniz içiniz gider gerçekten. Yoldan geçen herkes hayvanları okşuyor ve besliyor. Bir de herkes gülümsüyor. Hadi sadhuların gülümsemesi ot içmekten diyebiliriz ama onun dışında herkes de bir mutlu. Ben de manda bırakıntılarına basmaya alıştıktan sonra o mutluluğa eriştim diyebilirim.

Rishikesh'te günlerimi çeşitli meditasyonlar deneyerek ve onun dışında hiçbir şey yaparak geçirdim. Ganj'da günbatımı Hindular için çok önemli bir mevzuu. Buhurdanlıklarla yapılan bir Hindu seremonisi olan aarti'nin Ganj'da günbatımında yapılanı da çok özel. Rishikesh'te de akşam aartisi büyük bir olay. Bir gün akşam aartisine katıldım. Güneş zaten Ganj üzerinde çok güzel batıyor, insanı bir huşu kaplıyor. 








Akşam aartisinden 'sevgili blogspot neden videolarımı kalitesizleştiriyorsun acaba' isimli eser:


Rishikesh dağların arasında bir yer, çevresindeki dağlarda şelaleler varmış, bir gün birinin peşine takılıp onlara yürüdüm.



Bir gün de Ganj'da rafting yaptım. Su seviyesi çok yüksek olduğu için topu topu bir saat yapabildik ama çok eğlenceliydi. Dışardan bakınca hiç akmıyor gibi gözüken Ganj oldukça çılgın bir nehirmiş meğerse. Su sakinleştiğinde yüzmek isteyen var mı dediler. Ben jaiiii diye bağırıp cumburlop atladım. (Ganj kutsal olduğu için jai diye bağırmak gerekiyormuş.) İnternette kısa bir araştırma yapınca, Ganj'da yüzmenin ekstrem spor olduğunu farkediyor insan. Ganj'ın çevresindeki tüm yerleşim birimlerinin çöpü, kanalizayonu Ganj'a akıyor. Ama sadhular ama onlar dışında bir sürü insan daha her gün Ganj'da yıkanıyor, yüzüyor, dişlerini fırçalıyor. Diyelim ki onlar bağışık, ecnebiler için oldukça tehlikeli aslında. Benim Tayland'dan Malezya'dan beri taşıdığım tüm açık yaralarım kapanmıştı hazır, Ganj'ın iyileştirici gücüne inandım, atladım, gitti. Su Himalayalardan geldiği için buz gibi soğuk.  300 km yukarıya giderseniz, oralardaki bir kolu da buzuldan eriyip geliyor. Siz de 35 derece sıcakta o buzulu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Atlar atlamaz balık gibi sıçrayıp geri çıkasım geldi. Ama çıkmadım. Zaten çıkamazdım, su çok hızlı, içinde hızlı hareket etmek pek mümkün değil. Çıkınca kendimi ruhen çok temiz hissettim aslında ama içimdeki hijyen canavarı, koş duşa, duşa koş diye dürtükleyip durdu beni. Ben de odaya döner dönmez kıyafetlerimle kendimi duşa alıp hatur hatur yıkadım kendimi ve kıyafetlerimi. Zaten yoksa annem beni eve almazdı.

Başka bir günün aktivitesi de Rishikesh'in yakınlarındaki Neelkanth Mahadev tapınağına gitmek oldu. Hindu mitolojisine göre yokedici tanrı Shiva bu tağınağın olduğu yerde okyanusları zehirleyecek bir zehri içiyor ve boğazı maviye dönüyor. Nellkanth zaten mavi boğaz demekmiş. Tepelere kurulmuş bir tapınak. Bir minibüs bulup çok güzel bir vadiye çıktım. (Tabii ki yolda minibüs bozuldu, tamir edildi, molada beni kıstıran 20 kişi ile fotoğraf çektirdim ama bunlar adi vakalar.) Tapınağa varınca çok kıymetli bir yer olduğunu anladım. Bir Shiva heykeli göreceğim diye yarım saat sıra bekledim. 5 saniye bakıp dehlendim.







Döndüğümde çok güzel bir yağmur başladı. Tadını çocuklar çıkardı, ben de bir tapınakta bir buçuk saat mahsur kaldım. Vaktimi kucağıma verilen çocuklarla oynayarak fotoğraf çektirerek geçirdim. Çıktığımda manda bırakıntılarını su alıp götürmüştü.







Neredeyse hiçbir şey yapmadığım Rishikesh'te 4 gün kaldım. Sonra uzaktan kumandam beni dürttü, daha 'kuzeye git' dedi. 'Yarın sabah saat 7'de Haridwar'dan otobüs var' dedi. Ben de sabah 6'da yola döküldüm. Haridwar'a gittim. Yok otobüs kardeşim, otobüs akşamüstü 4'te, yörü git dediler bana. Niyaaa. Naparım ben 9 saat çantamla o çirkin yerde. O sırada benim gibi internetteki otobüs saatlerine inanıp gelmiş biri Alman biri Hintli bir çifte rastladım. Hintli adam da güneyden olduğu için bizim kadar yabancı oralara. Yüz küsur dil konuşulan Hindistan'da ortak dil Hindi aslında ama özellikle kırsalda çoğu insanın ana dili değil Hindi, o yüzden çat pat konuşuyorlar. Şehirlerde insanlar o bölgenin dili + İngilizce konuşuyorlar. (Misal punjabi + ingilizce ya da hindi + ingilizce = hingilizce) Ama kırsalda İngilizce yok. Onun yardımıyla bir sonraki otobüs nereye öğrendik ve yolu bölüp beraber indi bindi yapmaya karar verdik. Yine gerizekalı olduğum için google maps'e baktım ve Shimla'ya gitmeye karar verdim. Google maps diyor ki 5 saat sürer. Adamlar diyor ki 12 saat. Olur mu len dedim, hadi sürsün 8 saat. O çift de benimle gelmeye karar verdi, beraber otobüse doğru ilerledik. Anaammm. Yazının başındaki resimlerdeki otobüsle gözgöze geldim. Sonra yanımdaki Alman kızla gözgöze geldim. Ve kehkehkeh gevrek gevrek gülmeye başladık, çok eğleneceğiz çok diyerekten. Otobüsü görünce benim Delhi'den bindiğim çakma Volvo'nun aslında limuzin olduğunu anladım. Ya Tuna hanım, bağırıp çağırır mısın sen limuzin gibi otobüse sana karma hemen beterini yollar. Bitmek bilmeyen şaşkın bakışlar arasında otobüse bindik, ben ıslak mendille koltuğu sildim falan. Savrula savrula 13 (yazıyla onüç) saat her kasabada dura dura yol gittik. Arada otobüs garında durduk yemek yedik. Evet gar tablotu yedim, çayı içtim, yaşıyorum. Yol o kadar virajlıydı ki otobüsteki ben hariç herkes herkes istifra etti söylemesi ayıp. Hatta biri cama yetişemeyip üzerimden cama doğru yaptı bu işi. Nasıl oldu anlamadım ama ben sanki görünmez bir şemsiye açmışım gibi temiz indim arabadan. Temiz biraz iddialı oldu da bindiğimden az daha pis diyelim. Yalnız şu kadar diyeyim, gün olur da bu okuduklarınıza rağmen Hindistan'da bir yerel otobüse binesiniz gelir, tavsiyemdir, cam kenarında oturken sakın kafanızı cama yaslamayın, daha önce o camda kimin can çekiştiğini bilemezsiniz. Bir de her an tetikte olun, çünkü camınız açıkken biri ön camdan boşaltım yapmaya başlarsa üzülürsünüz. 

Akşam 9'da Shimla'ya vardık. Varmak istediğim yere varma imkanım yok, çünkü orası dağda. Ama dağ yoluna vurmadan önceki kasabada kalabilirim. Oraya da Shimla'dan google maps'e göre 3,5 saat, otobüs şöförüne göre 8 saat var. Durmak yok, yola devam dedim. Patlat ordan bir Volvo bileti dedim. Demez olaydım. O nasıl klima Allahsızlar. Shiva çarpsın sizi! Peşmergeler gibi sarınmama rağmen sabah 5'te otobüsten hastalanmış sümüklü bir kız çocuğu olarak indim. İlk yazıda anlatmıştım, indiğimde zifiri karanlık, ha bi de yanlış kasabada inmişim - çünkü google maps yanlıştı -, sokakta köpekler, çöp toplayan adamlar ve ben.. O halde yarım saat taksi bekledim. Bir de üzerime yağmur indi. Dedim ki sen bi hastalanacaksın kızım, bırak kendini. Aslında antibiyotik olan sıtma ilacına rağmen hastalığın kollarına kendimi ufak ufak bıraktım. 5 saat uyuyup 'astayım men' kıvamında sürünerek bir otobüs bulup, dağ yollarına vurup, nihai istikametim Kasol'e ulaştım. Yollardan muhteşem manzaralar:






Vadinin iki yakası arasında yük taşımak için kurulmuş çıkrıklı mekanizmaları görebiliyor musunuz fotoda?


Yolda birden bire kendiliğinden belirmeye başlayan kanabis bitkisi:




Himalayalara yaklaştıkça insanların Orta Asya Türklerine benzediğini farkettim. Başlarındaki kalpakları bile onlar gibi. Bir de bizim el öpmemiz gibi onlar da benzer bir hareketle aile büyüklerinin eteklerine dokunup başlarına koyuyorlar. Kendimi yakın hissettim onlara. Buyrun Orta Asya'nın bağrından kopup gelmiş yerel çalgıcılar.


Sonunda Kasol'e vardım. Doğası çok çok güzel bir yer. Parvati nehrinin kenarında tepesi karlı Himalayaların eteğinde, yemyeşil, huzurlu şahane bir yer. Yalnız İsrailli popülasyonu çok yüksek. İsrailliler yaptıkları zorunlu askerlikten sonra buralara kaçıp, vizeleri el verdiğinde 6 ay - 1 sene buralarda duruyorlarmış. Hiç de bir şey yapmıyorlar, biraz trekking ve bol bol malaklama. Ben kendileriyle pek karışmadım, zaten hep kalabalık ve kapalı gruplar halinde seyahat ederler. Ben otobüsten iner inmez Hintli birileriyle tanıştım ve 3 gün onlarla hiçbir şey yapmadım. Hasta olduğum için kasabanın ayurvedik doktor abisine gittim, aslında o benim ayağıma geldi. Hep oturduğumuz kafenin karşısındaydı dükkanı. İleri Hint teknolojisi ilaçlar verdi. Ben de onlardan içip, her gün aynı kafede oturup, aynı insanlarla muhabbet ederek günlerimi iyileşerek ve dağ havası alarak geçirdim. Bu arada yerel otobüse bindiğimi anlattığım Hintliler 'neden öyle bir şey yaptın' dediler bana. Hikaye yayıldı, son gün insanlar beni gösterip 'bu yerel otobüse binmiş Rishikesh'ten buraya' diye beni birbirlerine gösteriyorlardı.

Buyrun odamdan Himalaya manzarası.


Arada bir çok kutsal olduğu söylenen bir Sih tapınağına gittim. Yani aslında arabasıyla götüren arkadaşım vardı. Yoksa hayatta gitmezdim.





Güzelim dağların ortasında çöp dağları ve altında çöp atmanın cezası 5,000 rupi diyen levha.



Kasol'deki ata sporu olan hiçbir şey yapmamayı başarıyla icra ettikten sonra gerçek bir turist olmaya devam edeyim dedim. Aklıma Varanasi'ye gitmeyi koymuştum. Kasol'e en yakın büyük şehirden Chandigarh'dan uçak bileti aldım. Ama Chandigarh Kasol'e bir günlük yolculuk mesafesinde. Çok şükür Kasol'de tanıştığım birileri orada yaşıyordu. Sağolsun benim için bir gün erken döndü ve 12 saat önce dağ trafiği, sonra otoyol trafiği, sonra da şehir trafiği çekerek gecenin bir vakti Chandigarh'a geldik. Bu arada dünyanın en uzun ve saçma tünelinden geçtik. Kelle koltukta trafiği iyi özetlediği için dikkatinize sunuyorum - tam ekran yapmadan izleyiniz:


Chandigarh Hindistan'ın tek planlı şehri. Gece vakti bir tur yaptı arkadaşım bana. Hakikaten o kadar düzenli o kadar temiz ki nerede olduğumu şaşırdım.

Ertesi sabahsa kendimi uçağa atıp Varanasi'ye gittim.