Nerdeyim?

30 Mart 2014 Pazar

Şili - Santiago & Güney Amerika'ya Veda

Santiago aslında ana duraklarımdan biri değil.  Güney Amerika'dan dünyanın ote tarafina giden uçuşların hepsi Santiago'dan kalkıyor.  Madem öyle aktarmamı biraz uzatıp Santiago'yu da göreyim demiştim. İyi ki de demişim. Karşımda çok güzel bir şehir buldum. Düzenli, yeşil, toplu taşıması şahane ve güleryüzlü ve yardımsever insanlarla dolu bir yermiş burası. Yolda paşalar gibi uyuyunca, hava da güneşli olunca 2 tam gün mis gibi gezdim. Bir de king crab (kral yengeci?) tadına bakma fırsatı buldum. Ohh mis.

En beğendiğim ve etkilendiğim şeyse 1973 darbesine ve cunta rejiminde yapılan insan hakları ihlalerine adanmış hatıra ve insan hakları müzesi oldu. Yakın tarihiyle böylesi güzel hesaplaşmış bir halkla yüzleşince müzeyi ülkem adına utanarak gezdiğimi itiraf etmeliyim.

(Şu an bulunduğum güya birinci dünya ülkesinde internet hostellerde bile paralı ve cihaz başına paralı olduğu için fotoğraf yükleyemiyorum.  Zaten sabrım da yok. Belki ileride sabrım gelirse yüklerim.)

Akşamsa yine uçağa binip gün çizgisini geçtim. 27 Mart 2014'ü neredeyse hiç yaşamadığım gün olarak şahsi tarihime not düştüm ve kendimi Sidney'de buldum. Ama kalbimin bir kısmını da Güney Amerika'da bıraktım. Biz gibi insanları daha uçak kalkarken özledim.  Tam duygusallığımı üzerimden atıyordum, uçakta yanımda oturan Arjantinli kadın ben uyurken üzerimi örttü. Meali 'bizi kolay unutamazsın'dı sanırım.

Şu an gezdiğim her yer, tattığım her yemek, kokladığım her koku hayal gibi. Zaman içinde zihnimde kendiliğinden tasniflenir diye umuyorum. Fakat şunu biliyorum ki gitmek istediğim yerler listesi gezdikçe kısalmıyor, bilakis uzuyor. Tehlikeli bir durum. :)

Arjantin ve Ev

Sao Paulo'dan Buenos Aires'e doğru uçarken içimdeki fikir, plan ve coşku eksikliğini 2,5 aydır geziyor olmanın verdiği yorgunluğa bağlamıştım. Bir de aslında yalnız olmamayı planladığım gezinin bu bölümünü dış sebeplerle yalnız geçirecek olmanın üzüntüsü de vardı. Yalnızlık problem değil ve zaten tercih ettiği zamanlar hariç hiç yalnız kalmıyor insan bu kıtada ama işler hayal etmediğim şekilde gitmeyince huysuza bağlıyorum işte.

Olsun, Buenos Aires'te hostelimde dünya tatlısı biri İngiliz biri Avusturalyalı iki kızla tanışıp 2 tam günümü onlarla geçirince, tamam dedim kendime geliyorum. Fakat 3. günün akşamı evden tatsız bir haber aldım ve oturduğum yerden kımkımlanmak yerine atladım uçağa ve vatana döndüm. Bu arada gerçekten insanın karşısına çıkan herkesin bir sebeple çıktığına inandım. Yeni arkadaşlarım konuşmadan bile destek olabilen cinsten çıktılar. Ana dilini paylaşmadığın insanların aynı dertlerden muzdarip olması ve sen söylemeden senin ruhunu okuması sevindiriyor insanı. Ucuz kuantumculuk yapmak istemiyorum ama bu gezi sürecinde başıma gelenleri daha az sorgulayan ve daha kabullenici bir insan haline geldim. Umarım bu özelliğimi kaybetmem.

Eve dönerken geziye devam edip etmeyeceğimi bilmiyordum. Ama evde ruhumu rahatlatacak ve endişelerimi kısmen de olsa geride bırakabikecek bir manzarayla karşılaşınca, annemin ve babamın da iteklemesiyle devam etme cesaretimi kendimde buldum. Bu arada blogdaki sessizliğe anlam veremeyen bir sürü insan da hatırımı sordu. Bu yazıları yazarken kuyulara bağırmadığımı bilmek de iyi geldi. Bunun için teşekkür ederim.

Round the world biletimin uçuşlarını kaçırmamak için 23 Mart'ta yola döküldüm. İlk gece Dubai havalimanında, ikinci gece Buenos Aires havalimanında gecelemek suretiyle 40 saat üzerinde bir yolculukla Şili'nin başkenti Santiago'ya düştüm. Omurgam havalimanı ve ekonomi sınıfı uçak koltuğu şekli almış olabilir ama önemi yok.  Seyahat halinde olmayı rahatlatıcı ve ruhen dinlendirici buluyorum. Bu huyum iyice ayyuka çıktı artık. Bu yazıyı okuyan herkese aynı ruh halini diliyorum ki duygu yağmurlarından benim gibi yara almadan çıksınlar.

Brezilya - IV - Florianopolis

Iguazu'dan bir şekilde Florianopolis'e (bundan sonra 'Floripa' olarak anılacaktır - canik bold'um underline'ım yok idare edeceksin artık :) - geçecektim ama nasıl geçecektim hiç bir fikrim yoktu. Otobüs biletlerinin fiyatları gözlerimi yuvalarından uğrattığından ve zaten otobüs 16 saat sürdüğünden, bileti almaya bir türlü elim gitmemişti. Plan yapmayı ertelemek adına ne yapsam Paraguay'a mı geçsem diye düşünürken (ki yerli yabancı muhtelif gezginlerce dünyanın en sıkıcı yeri olarak tarif edildiğini belirteyim kendisinin - bir devasa hidroelektrik santrali var, bir de ucuz elektronik eşyaları, bundan ibaretmiş.) alternatif bir plan belirdi. Arjantin tarafına bizim hostelin turuyla gitmiştim. Yanıma tesadüf bir Türk düştü. O da Floripa'ya gidiyormuş.  Önce Curitiba'ya uçakla, ordan da otobüsle Floripa'ya gidecekmiş. Baktım bilet fiyatları fena değil ben de takıldım peşine. Kendimi beklediğimden de erken güneşli mi güneşli bir havada Floripa'da buldum. Buraya gelme sebebim Japonya'dan arkadaşım Thiago'yu görmek. Ordayken yakın arkadaşımdı ama yıllardır irtibatımız yoktu. Uzun süredir görmediğim insanlarla buluşmak üzereyken endişeleniyorum. Hatta buluşmaya yakın dönüp kaçasım geliyor. Yine biraz endişelendim. Fakat hiç gerek yokmuş. Hayatımda tanıdığım en içten insanlardan biri olan Thiago hiç değişmemiş. Israr etti bende kal diye, ben gelince koşa koşa geldi aldı, 3 gün beni sağa sola taşıdı, bu süre boyunca bir kelime bilmeyen kız arkadaşıyla ve diğer arkadaşlarıyla aramda herşeyi herşeyi bıkmadan tercüme etti (hatta herşeyi tercüme etme yorulma dedim, saçmalama ben istiyorum da ediyorum bile dedi). Sayesinde kendimi evde hissettim.

Floripa da çok güzel bir yer. Kocaman bir ada, büyükçe bir şehir merkezi var ama 50 küsur sahili de var, bazısı beyaz kum. Sörf için ideal yerlerden biriymiş. Diğer su sporları için sizi adanın ortasındaki göle alalım - evet adada göl bile var. İnsanlar da gayet rahat ve yavaş.  Bir de tabii sahil kasabası diye herkes bakımlı, fit. Sürekli bir açıkhava mangalı havasındalar. Her yer güzel villa, yazlık dolu.  Toplu taşıma eksikliği dışında şahane bir yer. Bir de yaşam pahalıymış Brezilya'nın geri kalanına göre.

Ben de günlerimi konsepte uyarak, Thiago'nun kanepesinde öğlene kadar uyuyarak, sonra onların peşine takılıp (ya da otobüsle -ki git gel 3 saat sürdü) sahillere giderek geçirdim. Amele yanıklarımı tamamlamaya çalıştım ama beceremedim. Caipirinha yapmayı öğrendim, bol bol da tükettim. Tavuk kalbi ve 80 türlü et yedim. Bir akşam da dışarı çıktık. 500 kişilik klüpte ayakkabısı topuksuz olan ve yüzünde maske şeklinde makyaj olmayan tek bağyan ben olduğum için kendimi bayağı uzaylı gibi hissettim. Süslü bunların topu süslü.

Günlerim bitince bir gece otobüsü yolculuğuyla Sao Paulo'ya gitmem gerekti. Kaçırmamam gereken round the world biletimin uçuşu ordan zira. Son gün sahilden otobüsle zar zor gelip (3 otobüs değiştirdim, Portekizce kolay olmadı) kirpiğimdeki, kaşımdaki, kulağımın içindeki kumu acele acele temizleyip, çantamı toplamaya çalışırıp, bir yandan da Thiago'yla muhabbet ederken biletimi aldım cep telefonumdan internete girip. Plansız iyi gittim ya şu ana kadar, şımarıp biletimi almamıştım. Sonra otobüse beni bıraktı Thiago, vedalaştık, gitti. Ben de kontuara gittim biletimi almaya.

- Sao Paulo'ya biletim var. Alabilir miyim?
- Tabii.
(Soyadımı okuma çabası, ehe olmadı öyle değil böyle, güldük eğlendik)
- Eee.. Fakat biletiniz yarına..
- Nasıl?
(Ekran çevrilir, ertesi günün tarihi gösterilir)
- Haha, hata yapmışım. Değiştirelim bugüne. (O kadar eminim ki kendimden)
- Yalnız bugün hiç yer yok.
...
(Gözde boncuklanan yaşlarla)
- NEEEE? Hiç mi yok?
- Hiç yok. Diğer şirketlere sorun isterseniz.

Başı kesik tavuk gibi diğer şirketlere koşmam da fayda sağlamadı. O akşam Sao Paulo'ya bilet yok.  Yine aynı şirkete döndüm. Kimse benimle ilgilenmedi. Bi tane halime acıyan bir adam açtı önüne google translate'i, yarım saat müzakere sonucunda, önce Curitiba'ya gidip 4 saat beklersem, Sao Paulo'ya gidebileceğimi söyledi. Tamam gitmem mi tabii giderim. Böylece belediye otobüsü koltuğunda saatlerce seyahat edip, inşaat halindeki Curitiba otobüs garında gece soğuğunda 4 saat bekleyip, Sao Paulo'ya planladığımdan 6 saat geç vardım. Bu sayede bankaya gidip Arjantin'deki sabit kurdan kazık yememek için dolar çekme planım suya düştü. Zaten bunun için 3 kere daha özel olarak uğraşmıştım, olmamıştı. Fakat evrenin hakkımda başka planları varmış, ondan olmamışmış. Bu bir sonraki yazıya.

Sao Paulo'ya zaten yorgun düşmüşüm, hava yağıyor. Çok güzel de bir yer değil, dev gibi kalabalık bir şehir.  Kaldığım en temiz ama en asosyal hostel olan hostelimden çıkmamaya karar verdim. Maillerime baktım, Berkin öldü diye haber gelmiş. Öyyle kaldım orda. Yerimden saatlerce kalkamadığım için Sao Paulo sanırım benim için hep bu haberi aldığım yer olarak kalacak.

Bir sonraki durağım olan Arjantin'e de bir türlü plan yapamamıştım. Patagonya için biletlere en az 20 kere baktım ama hiç birinde almadım. Bilmem nedendir Buenos Aires'te neresi var görülecek ona bile bakmadım.  İnternette dolaşan milletçe Uruguay'a iltica ediyoruz yazılarını okumak dışında hiçbir hazırlık yapmadığım önümdeki 2 haftaya doğru kafamda hiç bir fikir, plan ya da coşku olmadan uçağa bindim.  Çok güzel deneyim ve anılarla dolu Brezilya turumu bu güzel ülkeden ayrıldığıma üzgün bir şekilde tamamladım.

12 Mart 2014 Çarşamba

Brezilya - lll - Foz do Iguaçu

Alt tarafı bir su akıyooor akıyor, biraz yüksekten düşüyor. Bu kadar. Peki nedir şelale olayında beni bu kadar mutlu eden? Bilmem nedir.

Madem öyle mutluluğumu takip edeyim dedim. Üşenmedim Rio'dan kalkıp Brezilya'nın güneyine Foz do Iguaçu'ya gittim. Alt tarafı düşen su içinde çocuklar gibi şen 2 gün geçirdim.

Bu seferki yol arkadaşım hostelde tanıştığım insanların yanı sıra Manaus'ta tanıştığım Taiwan'lı bir çocuktu. Brezilya'ya geliş hikayesi biraz komik. 4 Taiwan'lı mühendis kız Rio'ya gitmeye karar veriyorlar. Böö desen korkacak insanlar (Manaus'ta tanıştım da). Biz bodyguard bulalım diyorlar. Bir internet sitesine ilan yazıyorlar ve bizim oğlanı buluyorlar. Rio'da karşılaştığımda yanlarında bir de Hong Kong'lu bir çocuk vardı. Duble koruma yani. Hahaha! Saçmalığa bak!

Neyse suya dönelim. Yazacak çok şey yok. Dev gibi park var. Brezilya - Arjantin sınırında. Şelale grupları var. Brezilya tarafı seyirlik, Arjantin tarafı ıslanmalık ve hayretlik. Fotoğraflar konuşsun:



Her yer şelale her yer gökkuşağı!










Arjantin tarafına da geçtim. Şelalelerin tam üstündesiniz ya da altında, kadraja sığmıyor!



Durduramıyoruz heryerden fışkırıyor.







Buraya şeytanın boğazı diyorlar:


Bir de bir sürat teknesine binip şelalelerin tam altına girdik, resmen sudan dayak yedik! Anlamsız mutluluğum:


Arada yeni arkadaşlar da edindim:




Türkiye gündem tüm mutluluğumu alıp götürse de iki günlüğüne çok çok mutlu olup olup durdum.

Son söz hostelimin bahçesinden:



Şimdi Florianopolis'e yollanıyorum!

Brezilya - ll - Rio de Janeiro

Rio'yu bir türlü yazamadım. O kadar karmaşıktı ki tarif edecek kelimeler aklıma gelmedi. Sanki Rio güzel bir kar küresiymiş ama biri onu iyice sallamış da içinde neler olduğunu görmek imkansızlaşmış gibi. İşte bu yüzden kafamın içindeki kar (ya da sim mi koyuyorlar ne onun içine) dinene kadar beklemem gerekti.

Yazıyı nihayet yollarda tamamladığımda ise Türkiye'deki yer yer üzücü yer yer mide bulandırıcı olaylardan dolayı yayınlamaya elim gitmedi. Bugünese herşey ayyuka çıktı zaten. Çok üzgünüm.

--

Rio'ya şahane bir başlangıç yaptım. Her zaman olduğu gibi masa başında oturduğu yerden uçak bileti alan ben, gelecekteki beni robot zannetmiş ve daha ucuz olduğu için Manaus'tan uçuş biletini Sao Paulo'ya almış. Arası 6 saat yol otobüsle giderim demiş. Tabii bunu yaparken o otobüsün bir Cuma gecesi karnaval Rio'suna varacağını belki de varamayacağını hayal edememiş. (Ve tabii Brezilya denen ülkede otobüslerin aslında pek de ucuz olmadığını farkedince yanlış hesabım Rio'dan döndü.) Velhasıl kelam o altı saatlik yol 13 saat oldu.. Son 3 kilometreyi de 3 saatte gittik. (Şöfer şerrrefsizi valizleri vermediği için arabada mahsur kaldım.) Bir önceki gece 5 uçağına bindiğim için az uyumuştum. (Az = 20 dakika) Rio'yaysa gece 3'te vardim. Böylece tam 24 saat boyunca seyahat etmiş oldum. Başka bir deyişle Allah cezamı verdi ('cezamı' tatlıses tarzı okunur). Şu kepaziliğe vardım:


Not: Bu yazıdaki fotoğraflar cep telefonu kamerasıyla çekildiler. Kameramı nadasa bıraktım.

Bu sefer hostelde kalmadım. Zira 20 yataklı odalarda 1 yatağa geceliği 50 dolar verip 20 sarhoş kişiyle banyo paylaşasım gelmedi. Karnaval sırasındaki fiyatlata Brezilyalılar SürRio diyor. Cidden. Akıllarını yitirmiş insanlar.

Bir evin odasını kiralamıştım. Evde benimle beraber bir Amerikalı çift kalıyordu. Dünya tatlısı benim yaşımda iki doktor. Bir de Manaus'ta 3 tane İsveçli kızla tanışmıştım. İşte bu insanlarla takıldım çoğunlukla. Hostelin kıymetini anladım ama. Sokaklarda da bir sürü insanla tanıştım ama hostellerdeki gibi aynı kafa yapısında bol seçenekli insan menüsü olmuyor.

Rio şahane bir yer. Her şey var. Plajı var, ormanı var, isteyene alışveriş merkezi de var. Eğlenceli, liberal. Herkes terlikli ve mutlu:



Fakat karnavalda çok zor bir yer. Bir yerden bir yere gitmek çile. Taksiciler bildiğimiz şekilde. Arabaya almıyorlar. (İlk gece yine 4 katı para ödeyerek gittim eve. Allahtan montan küçüktü.) Bazıları haksız sayılmaz zira bütün yollar kapalı. Sonra her yer çöp! Çok ufak bir kesit:


Gerçi belediye yine de çok iyi temizliyor. Ama parti hiç durmadığı için aynı hızla, hatta çoğalan bir hızda ortalık kirleniyor. Sabaha karşı sokaklarda çöp dağları ve umumi tuvalet kokusu baskın oluyor. Sabaha karşı bir de gece yapılanların hesabı veriliyor, ortalık sevgili kavgasından geçilmiyor. O kısmı bayağı eğlenceli.

Peki ne yani karnaval nasıl bir şey? Bu acaip insanlar iki iş gününü haydi cozalım diyerek tatil ediyorlar (ben resmi tatil olduğunu bilmiyordum) ve 4,5 gün boyunca belalarını arıyorlar. 4,5 gün dememe de aldanmayın, o resmi tatil kısmı.  Muhtelif kaynaklardan edindiğim bilgiye göre bu insanlar Noel ve karnaval arası işe gitseler de pek iş falan yapmazlarmış. Yıl karnavaldan sonra başlar diye bir deyişleri bile varmış.

Bir de parti gece olur diye düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Yer gök abuk sabuk kostümlerle (genelde erkekler kadın kıyafetlerinde) sabahın köründe sokağa dökülmüş ve içmeye başlamış gençlerle dolu. Bu arada o pullu kostümler gördüğüm kadarıyla yalnızca samba yarışması yapan okullarda var. Sokaklar cadılar bayramı tadında zevzek kostümlü insanla dolu.

Gerçek karnaval olayı samba okullarının (bu işe özel yapılmış stadyum olan) Sambadromo'da yaptıkları yarışma değil. Karnaval sokaklarda. Bir sürü mini konser var ortalıklarda. Adına bloco deniyor. Konser dediysem davulcular, trombon gibi üflemeli aletler çalgıcılar ve bir kısım sambacıların en çok kendilerini sonra da çevredeki insanları coşturması. Günün en abuk saatlerinde bile bir yerlerde bir bloco var. Ben bazılarına gitmeye çalıştım ama öyle gidelim diye kalkışınca adam gibi yetişemiyorsun. Malum trafik ve diğer karmaşalar. O yüzden en güzel bloco yolda rastladığın bloco. Görünce katılıp coş. Yalnız bir Beatles blocosu duydum, meşhurmuş. Önceden bilseydim ne yapıp edip giderdim. Giderseniz arayın bulun.

Ben genel olarak karnaval aktivitelerinde çok eğlenmedim. Eğlenmek için ya çok sarhoş olmak ya da şarkılara iştirak edecek kadar biliyor olmak gerekiyor. Bir de sürekli çantayı kollamak ve yılışıkları savuşturmak için tetikte olmak lazım. Bir süre sonra kabak tadı veriyor o da.

Sokaklarda yeterince karnavallandıktan sonra bir de Sambadromo'ya gideyim dedim. Herkes hatırı sayılır miktarlarda amerikan dolarlarını öroları basıp biletlerini önceden alıyor buna. (Hatta bir kaç yüz dolar karşılığında kostüm alıp geçitte yürüyebilebilirsiniz - tam gringo işi) Benim biletim yoktu. Ev arkadaşlarımın da yoktu. Cumartesi akşamı Sambadrome'un çevresine gittik. Karaborsacılar gani gani. Başladık pazarlığa. En dandik biletler için 100 reais (50 dolardan biraz az) istediler. Milleti birbirine kırdıra kırdıra 50 reaise bulduk. Çok sevindik. Zıplaya zıplaya girişe gittik. Giderken Sambadromo'da geçidini yapmış bitirmiş, saatlerce o ağır kostümlerde çile çekmiş insanların arasına düştük. (Geçit 9 saat sürüyor, biz gittiğimizde çoktan başlamıştı.) Dansçılar lanet olsun kostümüne de sambasına da diye kostümleri çıkarıp yerlere atarken kafama bir kaç kere pullu payetli kostüm yedim. Çok güzel bir deneyimdi ama. Süslü olayların aslında nasıl zarar ziyan olduğunu görsel olarak hatırlamaya bayılıyorum. Biz girişe doğru yolumuza devam ederken nassıl dar ve kalabalık sokaklardan geçmek zorunda kaldık anlatamam. Bir ara kalabalıktan ayaklarım yerden kesildi. Ama çantama yapışığım. Heh dedim varınca, bu kalabalığı zararsız atlattım. Maalesef sadece 3te 2miz zararsız atlatmışız. Arkadaşlarımdan erkek olanının cebinden cüzdanı yürümüş gitmiş. Biraz maddi hasar ve kredi kartlarının kaybı dışında 50 reaise aldığımız biletlerimiz de uçmuş. Kartları hemen iptal etmek icap ettiğinden ve paramız kalmadığından paşa paşa eve döndük. Aman neyse dedim. Önemli değil. Önemli değil ama karşıma bir kere daha gitme fırsatı çıktı ertesi gün. Arkadaşlarımın hostelinde otururken hostelin resepsiyonundan bilet vaar diye anons yaptılar. Kaç para? 40 reais. E  iyi gidecek para cepte durmaz. Hostelde çalışan gencecik bir kız ve onun erkek arkadaşı ile gitmiş oldum ben de. Yerli insanlarla gittiğim için çok daha iyi oldu. Şarkı sözlerini falan tercüme ettiler. Bu baya önemli çünkü her samba okulunun sadece bir şarkısı var. Ve o şarkıyı 1 saat boyunca çalıyorlar. Biraz öğrenmezseniz sıkıntıdan ölebilirsiniz.

Biz gece 1 civarı gittik ve sabah 5'te son okul çıktığında hem yorgunluktan hem de artık tüm şarkılar aynı gelmeye başladığından uyuyakaldım. Kafam düşüp düşüp durdu. Madem yorgunluktan geberdim, kalktık, metroya girdik (metro 24 saat çalışıyor), çıktığımızda sabah olmuştu.  Ben gençlerden ayrılıp eve doğru yürürken sokakta hala blocolar vardı. Az yatın uyuyun be diye bağırasım geldi. Ama benim de 3 saat sonra uçağım vardı, valizim de daha toplanmamıştı. Asıl sokakta olmaması gereken bendim sanki.

Peki acaba bu insanlar ölesiye içiyorlar da nasıl kavga çıkmıyor? Türkiye'de bu kadar alkol aksa toplu kavga çıkar, millet birbirini döve döve öldürürdü. Ben bu işe çok hayret ettim ve gözlerim hep bir sokak kavgası aradı. Arayan bulur, çok güzel bir tane izledim. Son gecemde İsveçli arkadaşlarımdan biriyle Copacabana'nın oralarda sokakta yürüyorduk akşam vakti. Bir anda koca caddenin ortasında bir otobüs zınk diye yamuk bir şekilde durdu. Noluyor yahu diye şaşkınlık içinde bakarken otobüsün şöförü şöför kapısının penceresinden (kapının kendisinden değil) dışarı atladı - uçtu demek daha doğru olur. Oooha demeye kalmadı koştu koştu az önce otobüsten inmiş bir yolcuya yetişti. Yolcunun da elinde şemsiye var, şöförü engellemek için şemsiyeyle adama eskrim yapmaya başladı. Ama şöför dellenmiş bi kere, şemsiyeden kurtulup adamı alaşağı etti ve caddenin ortasında yuvarlanmaya başladılar. Tüm trafik durdu. Rio insanı kavgaya alışık değil herhalde. Bir kişi de koşup ayırmadı. Bir kaç dakika yerlerde yuvarlandıktan ve yolcu bir kaç temiz yumruk yedikten sonra yolcu adamın elinden kurtuldu. Şöför otobüse bindi, adam yoluna devam etti. Şöförü biraz anladım aslında. Karnaval zamanı insanlar sokakta içip içip otobüsleri tımarhaneye çeviriyor. Bağırış çağırış okul servisine dönüyor bütün otobüsler. Ulaşım kısıtlı olduğundan tıklım tıklım zaten. Şöförler muavinler kafayı yiyor haliyle. Duraklarda nadiren duruyor falan. Otobüsten inenlere sorduğumuz kadarıyla dayak yiyen yolcu da inmek istemiş adam durmayınca laf dalaşı çıkmış. Bize de bu vesileyle eğlence çıkmış oldu.

Rio'da yaptığım başka bir şey de her gün sahile gidip malaklamak oldu. Biliyorsunuzdur Copacabana da Ipanema da ince kumlu dünya güzeli plajlar. Karnaval sebebiyle mi bilmem ama sürekli bir eğlence havası hakim.


Yalnız okyanus pek yaman. Yüzülmüyor. Dev gibi dalgalar. Çok güçlü bir dip akıntısı. Dalgalarla oynayalım diye bizim İsveçli kızlarla debelenirken 2 kere ölüyordum resmen. Ayrıca erkekler neden slip giyiyor, kadınlar neden 2 beden küçük giyiyor anladım. 5 kere falan bikinimi dizlerimde yakaladım. Bir yerim gözükmesin diye sudan çıkmama kararım da dalgaların beni karaya çalmasıyla sonuçlandı. Biz suda oynarkene gelen çok güçlü bir dalga da bütün eşyalarımızı ıslattı. Islatmak biraz hafif bir ifade. Her şeyi sudan topladık. Telefonum mucize eseri kurtuldu.

Plajlara iyi alıştım Rio'da. Hatta son gün nasıl yerlisi gibi davrandıysam 6 kişi falan 'bi koşu denize giriverem de gelem, benim eşyalarıma bakar mısın' diye bana eşya bıraktı. Fakat biri saatlerce geri gelmeyince eşyalarını bırakıp gitmek zorunda kaldım. Vicdanımda yara kaldı. Özür diliyorum kendisinden, fakat çok aradık kızım be seni.

Çok merak ettiğim favela turunu da araya sıkıştırdım. Rio'da yaptığım en orijinal şeydi. Daracık yollardan, evlerin içinden duvarlara sürüne sürüne geçerken, yolun ortasından akan kanalizasyonun üzerinden atlarken, tavuk kovalayan lağım faresinin ardından hayretten yere düşen çenemi toplamaya çalışırken 3 saat nasıl geçti hiç anlamadım. İlk iş yapın, hatta birden fazla favelaya gidin. Onca süsün arasında tokat gibi resmen. İşte buralar hep favela, uzaklarsa favelaların hizmet ettikleri:


 Gözünüz kolon görsün:



İsa heykeline ve sugar loaf tepesine çıkmak gibi yapmazsan dövüyorlar aktiviteler de yaptım ama pek tat vermedi açıkçası.  İsa heykelinde en eğlenceli bulduğum insanların (üzgünüm ama pek de etkileyici olmayan) heykeli kadraja sığdırmak için girdiği pozlardı. Bakınız:


Rio'dan dayak yemiş gibi ayrıldım. Resmen 4 gün boyunca her an müzik, gürültü, kalabalık, eğlence, sokağın tehlikeleri derken ambale oldum. Amazon'un sakinliğinden sonra balatalar yanıyordu az daha. Ama karnavalda Rio bir kere yapılmalıydı. Bir kereliğine size tavsiye ederim.

5 Mart 2014 Çarşamba

Brezilya - I - Manaus ve Amazon

Çoğu Amazon ve yağmur ormanları gezilerinin başlangıç noktası olam Manaus'tayım. Burası sadece orman turizminden geçinen bir kasabacık değil. 2 milyon nüfuslu bir şehir. Limanı, rafinerisi falan var. Şehrin kendisinde turistik olarak gezecek bir şey yok. Ama yaşayan bir yer. Ben sevdim. Ama 1 gece 1 gün yeter. Burda dünya kupasının 4 maçı oynanacakmış, otantik Amazon sepetine benzeyen bir stad yapacaklar diye bir sürü para dökmüşler. Halbuki bu bölgede elektriği olmayan, Amazon yükseldiğine erzak ulaşmayan bir sürü bölge var. Protestoların sebebini anlamak pek zor değil. Ama biri dedi ki, burada da protesto oldu ama nihayetinde partiye döndürdüler. Öyle bir millet işte.

Brezilya'da geldiğim ilk yer burası olduğu için Brezilya'yı Manaus yordamıyla tanımaya çalışıyorum. Hep bahsedilen yaşam enerjisi hakikaten herkesten taşıyor. 2 aydır kulağıma yerleşen ve çok sevdiğim İspanyolcayı ise Portekizcenin kıvrak tınısıyla ikinci favoriye indirdim. Hiçbir şey anlamıyorum ama dinlemek hoşuma gidiyor. Zaten herkes carcar konuşuyor. Ne çene ya. İçleri ağızlarından taşıyor hepsinin. Bana da hiçbir şey anlamamanın rahatlığı geldi. Ben kendimce İspanyolca soru soruyorum gerekirse. Vücut dilini aşan bir cevap gelirse mağl gibi kalıyorum.

Gecenin bir saati vardım, ayarladığım tur şirketi havalimanından aldı beni. 45 dakika geciktiler ama olsun. Brezilya saati konseptinden haberdarım. Japonya'da arkadaş grubu olarak buluşacağımız zaman Brezilyalılara bir saat erken söylerdik. Yine de geç kalırlardı.

Ertesi sabah tur şirketine götürdüler ve yolculuğa başladık. Önce limana gittik arabayla, sonra hızlı bir botla Amazon nehri ve Rio Negro'nun buluştuğu yerden geçtik.  Nehirlerin hızları, taşıdıkları alüvyonumsu şeyler ile suların sıcaklıkları farklı olduğu için 6 kilometre karışmıyormuş nehirler. Buyrun:



Amazon daha soğukmuş. İki tarafa da elimi soktum. Bence tam tersiydi. Ama sinek kovucuyu her sürdüğümde elim sobaya tutmuş gibi ısınıyordu, o yüzden ellerimin yalan söylediğini tahmin ediyorum. Bu olayın daha önce resimlerini görmüştüm, hadi be demiştim yakından böyle değildir. Böyleymiş, inanılmaz!

Nehirlerden geçip (büyük biliyonuz mu, çok büyük) karşı kıyıya geçince bizi antika vosvos minibüslere bindirdiler.

Dantelimiz bile vardı:



Çamur bir yolda gitmeye başladık.



Arada nilüferler gördük:


Bu yolda araba kullanan şöförler cidden usta. Yol çok kaygan, arabanın freni yolu tutmuyor. Sürekli arabanın önüyle arkası farklı yönlere (bazen yola 90 derece yan) bakarak ilerledik. Böyle şeyler de oldu.


İnip arabayı ittik. Her tarafımız kırmızı Amazon çamuru oldu. Çok eğlendim ama. Şöförün -gencecik bir çocuk- rahatlığını görmenizi isterdim. Bir de yağmur bastırdı.  Öyle böyle değil. Yağmur ormanı ya. Tertemiz, aralıksız, yoğun. Damla gözüme vurunca lensimi oynatıyor. Öyle de güçlü. Yol bitti, nehrin ana kollarından bir başkasına kavuştuk. Kanoya bindirdiler bizi. Üstü açık. Of ama nasıl yağıyor. Kanoya bizden sonra karpuzlar, biralar yüklendi. Lensim fırlamasın diye güneş gözlüğümü taktım. Paparaziden kaçıyormuş gibi. Üzerimde çadır gibi bir yağmurluk var ama faydası yok. Ayağımın dibinde de bir oraya bir buraya giden karpuz. Yarım saat yol gittik öyle.  Sonra şuraya geldik:


Bizim turun oteliymiş. Güneşli bir anında çektim bu resmi. (Resimdeki adam asaaabi bir tur rehberi. Lakabı little guy. Kanosundakileri azarlıyormuş. Susun falan diye. Yani bizimkilerde susun diyor (yoksa hayvanlar kaçıyor) ama öyle demiyor.  Birileri eeh deyip ayrıldı onun grubundan. Oralardaki tek mutsuz insan herhalde. Tur süresince onun ve diğerlerinin arasındaki farki izlemek hayat dersiydi.)

Ben paylaşımlı odada yatakta kalıyordum:


Bayağı cümbüşlü bir oda görüldüğü üzere. Bir de Polonyalı bir aile vardı, sülalece gelmişler. Manyak bir amcaları vardı. Göbekli güdük bir insan. Gömlek giymemekte inat ediyor. Sürekli şortunun içine bakıp JAGUAR diye bağırmakta da inat ediyor. Ailenin her bireyi cins cins. Atarlı erken genç kızlarından gece kes sesini diye ayar yedim. Yatağımın üzerindeki hamamböceği üzerime doğru uçmaya başlayınca çığlık atmam hatalıydı herhalde. Yaa evet, hayatımda ilk defa kanatlı hamamböceği gördüm. Hem de birden çok kereler. Küçük de değiller; başparmağım kadar. İlk gece çok zor uyudum o yüzden. Diğer geceler de uyanıp uyanıp kafa lambamla cibinliğin içinde benden başka canlı bir şey var mı diye kontrol etmek zorunda kaldım. Ormanda her canlı benim bildiğim boyutuna göre serpilme fırsatı bulmuş. Şehirlinin kabusu..

Vaktimizi günde iki kere (bazen üç kere) kanolara doluşup nehirde ve su basmış ormanların arasından geçerek hayvan görmeye çalışarak ya da ormanda yürüyüş yaparak geçirdik. Doyamadığım nehir manzaraları şöyle:









Nehir sakin gözüküyor ama çılgın akıntı var. Başıboş ot grupları yer değiştirip insanın yön duygusunu karıştırıyor. Kaç kere otlara saplandık. Her seferinde rehber sallayın kanoyu diyor. Biz Karayip Korsanları misalı sağa sola rock the boat yapıyoruz.  Bu arada kürekle ağaçlara tutunarak kanoyu kurtarmaya çalışıyoruz. Nasıl bir mücadele. Herkes kanter içinde. Bir seferinde rehberimiz suya girmek zorunda bile kaldı.

En çok zevk aldığımsa sel almış ormanlarda ağaçların arasından gitmek oldu. O zaman motor sesi de yok. Sadece kürek sesi, tuhaf tuhaf kuş sesleri, hormonlu ağustos böcekleri. Ağaçların arasından süzülen güneş (güneş çıktı mı affetmiyor yalnız, cız bız) veya yer yer yağmur. Film seti gibi.





Böyle bir ormanda durup pirana tuttuk. (Hamsi sordum yokmuş.) Ben de tuttum iki tane! Ay nasıl mutlu oldum becerince! Yalnız bir acaip hayvan, tekneye bırakınca deli gibi çırpınmaya başlıyor. Grubumuzdaki bir genç yakalamaya çalışınca hart diye ısırdı elini. Dişlerinin izi çıktı çocuğun parmağında.

Bir de ormanda salon salomanje ağaçlar gördük. Bu 400 yaşındaymış:


Ormandan faydalanıp yapılan bilekliğim.


Bir de pan flüt yaptılar bana. (ANNE EN SONUNDA PAN FLÜTÜM OLDU!!) Asap bozucu sesler çıkarıyorum kendisiyle.

Bu gezide neden doğa fotoğrafçılığı diye bir meslek var anladım.  Gördüğüm hayvanları ortamından çıkarılıp elime verilmediği sürece bir fotoğrafta yakalayamadım. Ne önümden suya bata çıka giden pembe veya gri yunusları yakalayabildim ne de angel fish denen suyun yüzeyinde zıplayan balıkları ne de balığa dalan balıkçılları ne suyun kenarında takılan timsahları. Bir süre sonra vazgeçtim zaten. Bazen fotoğraf çekeyim derken bakmayı ve tadını çıkarmayı unutuyorum.

Ağaçta malaklayanları çekmeye çalıştım.  Onlar da 'yeşil bir ağaç, ortasında bir yerlerde bir yaratık' şeklinde fotoğraflar. O da bulabilene. Ben zaten o hayvanları çıplak gözle de çok zor gördüm. Pıt pıt motorla giderken rehber insan üstü güçleriyle bir hayvan görüyor.  Sonra 15 dakika boyunca bize tarif etme seansı başlıyor. İşte yeşil ağacın (hepsi yeşil) kahverengi dalının (hepsi kahverengi) devamındaki çapraz giden dalının (düz dal yok) üstünde. Bütün hayvanlar kamuflaj ustası zaten. Boa türü bir yılan gördü bizimki. Hiç birimiz göremedik. Ağaca çıktı. Ağaçtan gösteriyor. Hala göremedik. Hayvanı dürtüklemeye başladı. Biz hop napıyorsun kanoya düşecek isyanlarındayız. (Düşerse korkmayın diyor - tamam o zaman) Ama hala göremiyoruz. Bizdeki patırtıyı duyan bir tekne daha yanaştı. Ve mucize eseri hayvan o kanoya düştü. Benim tuzum kuru olduğu için onların paniğini anıra anıra gülerek izledim. Resmen gözümden yaş geldi. En önde oturan çift son anda kalkmasaydı, 1,5 metre boyundaki yaratık kafalarına düşecekti. O zaman gülmezdim herhalde. Neyse işte ben hayvanı düşmeden sadece 1 dakika önce görebildim. Dibimizdeymiş meğer. Sonra hayvanı boynuma aldım. O da boynumu kıstırmaya kalktı. Kaslı mahluk. Pek çok insan ellemedi bile. Hayret bir şey. Bir daha nerde göreceksin?

Her gün çok uğraşmanıza rağmen yakından bir tembel hayvan göremedim, hep uzaktan. Rehberimiz kendini yırttı ama bulamadık. Diğer kanolardaki herkes gördü. Akşamları onların videolarını hasetle izleyerek geçirdim.  Ne zaman bir şeyi çok istesem böyle oluyor.. Bu olay da bir Titikaka'da yüzme olayına döndü. Az daha kalışımı 1 gün daha uzatacaktım. Eğer telefon çekseydi ve eve haber verebilseydim kesin uzatırdım. Ama bağzı insanlar merak eder diye kıyamadım. Neyse ben gördüklerime odaklanayım.



Bu yavru gibi mesela:


Kılavuzu karga olanın adlı eser:


Aslında koca nehrin ortasındayız fakat arkada kara gözüküyor çünkü ben düz gitmeyi beceremiyorum.

Gruptaki insanlar da çok iyiydi. Ben  hep yaşlı çiftler olacak diye inanmıştım ama hep benim gibi insanlar vardı. Kano grubumuzda İsveçli bir kız grubu vardı. Biri Türk. İsveçteki sosyal devlet olgusuna bir daha hayran olmamı sağlayacak şeyler dinledim. 3 tam gün çalışıp 4 gün çalışmamak gibi. Grupta ayrıca bir sürü doktor vardı. En yakın hastanenin Manaus merkezde yani yarım gün uzakta olduğu düşünülürse bu durum beni bayağı bir rahatlattı. Arada yılan sokması hikayeleri dinlemeyeydim daha rahat olacaktım ama olsun o kadar. Yere bakarak yürümeyi öğrendim.

Nihayetinde hiç alışık olmadığım koşullarda güzel insanlarla dünyadan kopuk çok güzel 4 gün geçirdim. Daha da kalırdım aslında. Yapacak görecek çok şey var. Sadece haşeratla mücadele konusunda rahat olmak lazım.

Ertesi günü Manaus'ta yalnız geçirdim. Çok insanlı yerler beni yoruyor. Saçma sapan şeyler yaptım. Canım zeytin çekti.  Carrefour buldum, gittim. Market gezmeyi özlemişim. Kendimi tavalara bakarken buldum. Biraz vaktimi de HSBC'den para çekmeye çalışarak geçirdim.  Beni bekletirlerken Türkiye'daki banka kapandı, çekemedim. Neyse, öyle gündelik işler.

Şu an sabahın körü. Saatimi yanlış kurduğum için uyumadan havalimanına geldim. Rio'ya doğru saatler sürecek (önce Sao Paulo'ya uçak, sonra ordan otobüs) yolculuğumun başlamasını bekliyorum. Bir yandan da hartharthart kaşınıyorum. Amazon'un göbeğinde ısırılmadım da Manaus'ta baştan başa sivrisinek ısırığı içinde kaldım.  Zaten sıtma paranoyası içindeyim. Üzerine mum dikti bu. Hadi gideyim bu sinekli yerden. Sinir bastı kaşınmaktan.