Nerdeyim?

27 Şubat 2014 Perşembe

Peru - V - Yeniden Lima

Peru'daki son günlerim Lima'da acelesiz dinlenerek ve adeta sefa içinde geçti. 2 kere sahile gittim.

¡Vamos a la playa!







Anita sağolsun sürekli benimle uğraştı. Bir su parkına bile gittik. Hatta bir akşam bana inek kalbi yedirdiler - sol altta.



Rahatım çok yerinde, muhabbet çok şahane, yayılasım ve yapışasım geldi. İyi ki gidiş biletim vardı.  Yoksa başlarına kalacaktım.

Şimdi Sao Paulo'dan Manaus'a giden uçaktayım. Bakalım Amazon ne menem bir şeymiş.

Bolivya - V - Yine Copacabana yine Isla del Sol

La Paz'da anladım ki, ben tuz gölü turunda çok yorulmuşum. Aslında hedefim burdan Arequipa'ya gidip Colca kanyonunda yürüyüş yapmak ve müzesinde sergilenen, Machu Picchu'dan çıkarılmış ve kuvvetle muhtemel tanrılara canlı kurban edilen Juanita'nın mumyasını görmekti. Ama çok bezgin olduğum için ve Juanita bu aylarda bakımda olduğu için vazcaydım bu plandan.  Dedim ki ben yine güneşin doğduğu yere gideyim. Hatta orda yüzeyim. Bu planla La Paz'dan otobüsle Copacabana'ya gittim. (Otobüs yolda bozuldu, şöför tamir etti falan, bunlar olağan şeyler. ) Ordan da Isla del Sol'e sıçradım. Geçen sefer adanın kuzeyini görmüştüm. Bu sefer güneyinde kalayım daha yakın olsun diye düşündüm. Çok güzel düşünmüşsün gerizekalı. Adanın guneyine ayak basar basmaz orada yüzülecek bir yer olmadığını kavradım. Fakat geçmiş olsun. Ada içi araba ulaşımı olmadığı için ve tekneler de o saatte bittiği için gittiğim yerde başı kesik tavuk gibi ordan oraya koşturmam bir işe yaramadı. Çöktüm kaldım adanın toplam 500 m2 olan düzlük alanına.  Gerisi 60 derece tepe zaten. Koşamazsın, ölürsün. O sırada sonradan öğrendiğime göre biri itfaiyeci biri barmen iki İtalyan gençle tanıştım. (Ya herkes benden genç, ne güzel en başlarda kendim gibilerle tanışıyordum. Nazar değdi.) Onlar yakınlarda bir hostel bulmuşlardı, ben de oraya yerleştim. Saat geçti, hava buz gibiydi. O yüzden yüzmek için tepelere tırmanıp, kendime koy aramadım. Bize bu arada başka bir İsviçreli kız katıldı, sonra iki İsveçli kız. Oturduk manzaraya karşı.






Zorla bir restoran bulduk, tepenin taaaa başında. Nefret ediyorum bu yükseklikte tepelere tırmanmaktan. Dona dona yemek yedik. Ben daha canlı olmasını bekliyordum adanın bu tarafının. Ortalık çok sessiz, ışık ya da ses hiç yok. Tam kafa dinlemelik yer.

Ve sonra bir ay doğdu - şaşırdım kaldım:



Yemek bitince karanlıkta babetle kaya inişi yapmak durumunda kaldım. Ayağım bi nebze parçalandı.

Sabah arıyorum, arıyorum, yok, yüzecek yer yok. Birileri yandaki koy güzel dedi. Bi tekne buldum. Beni pırpır o koya götürdü bıraktı. 3 evin olduğu dimdik tepelerle çevrili taşlı bir koy. Baktım pırpır gidiyor. Ya nereye gidiyorsun?! '15 dakikaya gelirim.' Ben de yedim.

Neyse suya girdim eteğime kadar. Güzel gözüküyor ama yaklaşınca su bi yosunlu. Iyy. Yosun yerim ama üzerine basamam. Kendimi baya bir zorladım. Hadi gir! Ayy yok. Suya girince 2 adım ötesi bir karanlık. Fotoğrafta öyle gözükmüyor hain.



Yok yapamadım.  Tekrar giyindim. Bekle ki pırpır gelsin. 45 dakikada geldi Allahsız!  Panik atağa en yaklaştığım an herhalde. Çünkü gelmezse, güneş altında sırtımda çanta en az 1 saat tırmanış demek. Neyse geldi. İlk yüzme girişimim başarısızlıkla sonuçlandı böylece.  Sonra Copacabana'ya dönen tekneyi beklemeye koyuldum. Yarımda geleceği söylenen tekne 3 buçukta geldi. Bu arada La Paz'daki İsviçreli arkadaşıma rastladım. Beklemeyi onunla yaptık da fenalık geçirmedim. Zira yiyecek bir şey bile yok. İnternet yok. Kendini dağa tepeye vuracaksın. O da bende yok.  

Copacabana'da bir otele yerleştim.  Odamdan manzara:


Akabinde arkadaşımı otobüse koydum, yolladım. Ben göl kıyısına gittim tekrar. Yüzeceğim ya. Göl çevresini baya bir dolandım. Yok su pis. Bir yerde yüzen bir çift gördüm.  Seke seke ben de sizinle yüzebilir miyeem diye yanlarına gittim. Yine girdim yarıya kadar. Yok giremiyorum. Su gri. Dibini görmüyorum. Ayrıca saman gibi şeyler var yüzeyde. Halbuki uzaktan ne temiz gözüküyor. Yine yenildim sana Titicaca, deyip çıktım. Başarısızlık hikayemin sonu. :)

Güneş batmaya başlayınca bi birayla uğurlayayım kendisini diye oturdum.



Derken dünkü İtalyanlar belirdi. Sabah yaldır yaldır gitmişlerdi. Otobüsü kaçırmışlar. Zaten o gün sınır da kapalıymış. Birileri grev dedi birileri cinayet soruşturması. Ay ne gereksiz ayrıntı verdim ya. Neyse onlarla oturduk akşam.  Onların Machu Picchu'da tanıştığı sağır dilsiz biri Amerikalı biri Japon amcalar vardı tesadüfen oturduğumuz yerde. Anlaşamadığımız için bir sürü fotoğraf çekerek vakit geçirdik.

Copacabana hoş ama uzun süre kalınacak bir yer değil. Ben ertesi sabah yola çıktım. Sınır geçtim, Puno'ya geldim. Sonra minibüsle Juliaca diye bir yere gittim. Bulduğum en ucuz uçuş burdandı. Juliaca asfaltın uğramadığı çirkin bir yer. Havaalanına dolmuşla gitme inadım sayesinde bir şehir turu yapmış oldum. Ya resmen benim oturunca kafamın çarptığı arabalarda ayakta seyahat ediyorlar. Bir de tüm Peru ve Bolivya´da şehir içi dolmuşlarda muavin olgusu var. Kalabalık yetmezmiş gibi bir de muavin. Kadın muavin de çok. Bütün gün aynı şeyi bağırıp, kapı aç kapı kapa, in bin (bu kısımda biraz sörf tadı aldım ben), para topla. Zor iş.

Juliaca havalimanı da miniminnacık. Sınırda terslik olur diye geç uçağa bilet almıştım. Ama 6 saat erken gittim. Var mı uçak? Bir önceki gecikti, şimdi kalkıyor. Koşa koşa bindim. Yanıma renginden, ufaklığından ve kırışıklarından dolayı cevize benzettiğim dünya sevimlisi bir teyze oturdu.  Yol boyu durup durup señorita diye dönüp hiç anlamadığım şeyler söyledi. Yanındaki oğlu anne anlamıyor işte diyor. Ama o illa benimle konuşacak. Çok tatlıydı. :)

Ve Lima'ya indim. Kendimi öylesine evde hissettim ki anlatamam.  Dolmuşa atladım, eve gittim, canım arkadaşlarıma kavuştum!

Bolivya - IV - Uyuni ve cevresi (2)

Gezinin 3. günü çok yoğun seyahat halinde geçti. Sabahın köründe yola dökülüp önce gayzerleri gördük.  Bu arada gazi bir yerlerinden cikarirmis gibi yaparak poz veren insanlar vardı. Cok elegan oldugum icin gulmedim demek isterdim ama maalesef guldum.



Bir yandan da cayır cayır güneş doğuyor. Nerdeydin?! Gece dondum!!


Sonra da kaplıca gibi bir yere gittik. Sabahın yedisinde soyunup dökünüp sıcak da olsa açıkhavada bir suya gireceğimi hayal dahi edemeyeceğim için ben girmedim.


Bunun da ayağı buzdan kayıyor. Öööyle durdu 10 dk:



En son ise Şili sınırına gidip oraya devam edecekleri yani benim yol arkadaşlarımı bıraktık. Grupla ya da birileriyle seyahat etmek güzel de biraz bireyselliğimi kaybettiğimi hissediyordum ve ufaktan afakanlar basmaya başlamıştı. O yüzden bu ayrılık tam vaktinde oldu.

Sonra 2 günde geldiğimiz yolu geri tırmanmaya başladık. 7 saat sarsıla sarsıla Uyuni'ye döndük.  Yorucuydu fakat:

Hiçbir yerin ortasında ama köylerinin tepesini hale gibi sarmış gökkuşağının altında yaşayan insanlar gördüm. 



Bir de kucağında bebesiyle köyünün geçiş kapısını tek başına bekleyen, geçenden 5 geçmeyenden 10 akçe alan kadınlar gördüm.


Bir de başka acaip kayalar gördüm.





Uyuni dönüşünde doğrudan La Paz'a otobüsüm vardı. Gruptaki İsviçreli kız da aynı saatte ama başka otobüsle dönüyordu. Otobüs şirketlerinin önünde pek kaotik pek pis kaldırımda oturup otobüsümüzü bekledik. Kızımız vegan, buralarda vegan lafını karşılayacak kelime bile yok. Yollarda çok zorlandı, çok sefil oldu kızcağız, alışmadığı şeyleri yediği için zehirlendi. Uyuni'ye gelir gelmez meyve almıştı o yüzden. Benim sağlıklı şeyler yemek pek tarzım değil ama ben de aldım o aldı diye.  İşte o pis kaldırımda oturup meyvelerimizi yerken, otobüs acentelerinin çocukları oralarda oynuyordu. Bolivya'da kadınlar çatır çatır çalışıyor ama bir yandan çocuk da gani. Bu yüzden kadınlar çalışırken çocuklar hep kucakta ya da işyerlerinin çevresinde. Açıkçası çocuklarla pek de ilgilenmiyorlar. Çocuklar birbirlerine taş atıyor, oraya buraya koşuyor, trafiğe çıkıyor, yerde ne varsa ağzına sokuyor..  Ya da çocuğa bisküvi veriyorsun. 3 saat sonra git, hala ağzı burnu bisküviden batmış vaziyette. İnsan bi siler be.

Çocuk da madem ilgilenilmiyor başlıyor taklide. İlk taklit bağırma. Mesela anlattığım bu çocuklardan biri 1 diğeri 2 yaşındaydı. Cıncırık kadar boylarıyla yarım saat 'a La Paz, a La Paz, a La Paz' diye bağırdılar. İkinci taklitse 'turistlerden ne koparabilirim?'. Ortalarda geziniyorlar. Biri bir şey mi yiyor? Doğrudan tabağa. Bana da ver. Veriyorsun, hemen kapıp ağzına atıyor. Sonra bir daha ver. Bir daha. Vermezsen elini tabağa, poşete, kutuya sokuveriyor.  Yemeği satan annesi bile olsa annesi de dönüp yapma evladım demiyor. Bir de haşin ki veletler. Durup dururken önüne gelen herkesi cimciren, tekmeleyen bir sürü velet gördüm ve bunlara maruz kaldım. Vaktinden önce büyümüş bu çocukları sürekli izlemekten kendimi alamadım Bolivya'da.



Hani ilgilenmiyorlar dedim ya. Arada bir şey oluyor, anne birden bildiğimiz anne haline geliyor ve 'ay sen burda mıydın?' diye çocuğu mıncıklayıp seviyor. O anda izliyorsanız sizin de içiniz ısınıyor. İşte ben bu anları görüp, çocukların arsız tavırlarını görmezden gelmeyi tercih ediyorum. 

Ay lama da yedim bu arada:



Arkadaşım aynı saatteki otobüsüne bindi gitti, benimki gelmez.. Otobüs tam bir buçuk saat gecikti. Nihayet geldiğinde, bizi alıp kontak kapatmadan 12 saatlik yola geri çıktı.  Korkarım şöförü bira içerken gördüm.  İlk virajda otobüs şöyle bir dehşetengiz savrulunca dedim ben uyuyayım da saçlarım ağarmasın korkudan. (Müthiş rahatsız bir otobüstü bu arada. Bolivya'da gece seyahatlerini semi-cama değil cama alın.  50 boliviano çok ödeyen ama gece uyuyun.)

Sabah La Paz'da İsviçreli arkadaşımla buluştum.  Neredeyse tüm gün hostelden çıkmadım. 4 gündür duş alamadığım için sıcak suyun altında uzun süre bööyle durdum. Biraz daha duş alamasaydım, herhalde kıyafetlerimi keserek çıkarmam gerekecekti.  Tam sakin bir gün olsun derken bana dediler ki bu hostelin barını bir Türk işletiyor. E gideyim bakayım. Gittim merhaba dedim, önce İspanyolca sonra İngilizce beni anlamadığını söyledi. Beni mi yediler acep? Yok, o yörüngeden çıkmış. Anne Türk baba Bolivyalı bir çiftin oğluymus.  Üniversiteyi bitirip biraz çalışıp ailenin bu tarafını bulmaya gelmiş ışıl ışıl bir genç insan.  Önce bardaki diğer insanlarla biraz vakit geçirdim.  Sonra bar müşterisi azalınca Türkçe müzik çalıp baya muhabbet ettik. Ağız dolusu Türkçe konuşmayı özlemişim, çenemi kapayamadım. En son Neşet Ertaş'a bağlanmıştık ki benim sabah otobüsüm olduğu için gittim yattım.

Bundan sonraki hikayem ise bir inat ve başarısızlık hikayesi. Hatta kalın.

21 Şubat 2014 Cuma

Bolivya - III - Uyuni ve cevresi


La Paz - Uyuni arası gece yolcuğunu koltukları tam yatan battaniyeli mattaniyeli bir otobüste yaptım.  Tüm gece boyunca uyuduğum için çok sarsıcı olmadı. Uyuni denen kasabaya -aslında köy gibi bir yer- bir sürü bir sürü insan yakınlarındaki meşhur tuz golünü ve tuz gölünün yaptığı muhteşem ayna etkisini görmeye geliyor ve Uyuni'den kalkan ve genellikle 3 gün süren turlara katılıyorlar. Ben de eksik kalır mıyım? Kalmam. :)

Bu kasaba turizm ve tuz üzerine kurulduğundan otobüsten inince üzerimize turcular saldırdı.  Bizim turumuz vardı, savuşturduk.  Bolivya saatiyle 10buçukta yani 11buçukta turumuz kalktı.  Biz turu ayarlamayi son saniyeye bıraktığımız için İspanyolca olan turda yer kalmıştı, İspanyolcamızı geliştiririz dedik ama öyle olmadı.  Bize az İspanyolca konuşan bir İsviçreli kız ve bir de az İngilizce konuşan Kolombiyalı çocuk katıldı. Çocuğa üzüldüm. İspanyolca tura katıl, İngilizce konuşan zibidilerle kal. Tur da zaten manzara turu, anlamadığımız hiç açıklama olmadı.

Jipimiz Toyota Landcruiser - makbul olanı buymuş. Şöferimiz Enrique.  Sürekli vamos a la playa, a comar papaya diye şarkı söyleyen dünya sakini Bolivyalı bir abimiz.   





Bizi önce trenlerin ölmeye geldiği yere götürdü.




Sonra da tuz gölüne gittik. Gölün ayna etkisi yapması için yağışlı mevsimin olmasi lazımmış. Doğru mevsimde burdayım. Mevsim yağışlı ama hava güneşli. Mikemmel! Ben hayatımda böyle sürreal bir şey görmedim.  İnanılmaz. Bileğe kadar suya giriyorsunuz, göz alabildiğine tuz. Çıpçıp dolaşmaktan her tarafım tuz oldu. 

Grubumuzda Japon olmadığından mükemmel perspektif fotoları çekemedik.  Eğer öyle bir opsiyon olsaydı profesyonel fotoğrafçı tutardım. Herkesin cektigi fotoğraflardan benimkileri buyrun;




Fotoğraf çekme vaktimiz bittiğinde çok üzüldüm.  Hiç mi hiç ayrılasım gelmedi.  Bir kaç saat daha takılabilirdim oralarda. Ams zaten tuzdan börtmüştü her yerim, bir kaç boy çekerdim artık.

Sonra dağa taşa vurduk. Yolda sıra sıra kinoa bitkisi (buralarda sadece kinoa ve patates yetişiyormuş), otlayan lamalar, hava da çöl sıcağı oldu bir anda.




Gittik gittik, hiçliğin ortasında bir yere vardık. Geceleyecekmişiz burda, gayet primitif şartlarda bir yer, duş olacaktı ama su ısınmak bilmediği için vazcaydım. Peki, ben de pis kalırım. Bize yemek yedirdiler.  Kohlberg şarabı vardı. Dolunaya bakıp azıcık Kohlberg içip yattım.

Ertesi gün göller bölgesine gittik.  Bir sürü rengarenk göl. Yüksek yüksek göller.




Bunda boraks var dediler mesela, ondan beyazmış.


Bence o beyazlık flamingo b.kuydu ve tabii ki ben hörş diye içine bastım.  Böylece ayakkabım Tikal'in, Machu Picchu'nun ve Death Road'un çamurundan, Huacachina'nın kumundan sonra flamingo b.ku da gördü.

Bunda da planktonlardan dolayı güneşte kırmızı gözüküyormuş.


Bir de mamçak mamçak taşlar gördük. Volkaniklermiş.





Bir de favorim 7 renkli dağ:



Akşamsa bir öncekinden daha da iptidai koşullarda, cep telefonun çekmediği bir yerde konaklamak üzere durduk.

Ortalıkta lamalar geziyordu. Bir tane yavruyu kıstırıp sevdim. Aha bu:


Lamayi buldunuz mu?



İnternetsizlik tamam da cep telefonun çekmemesi beni biraz kaşındırdı. Yine de enteresan bir deneyim. Dışarsı buzz gibi, dolunay var, görülebilecek her yıldız var.  İçerde ısıtma yok. Yataklarsa her Türk kadınını çamaşır suyu krizine sokabikecek seviyede. Fakat ben iyiyim, dus almaya yeltenmedim bile. :)

Şu anda buranın sahiplerinden birinin 2 yaşlarındaki oğlu kola istiyor ve KOOOKAAA diye ortalığı birbirine katıyor. Bu senemin 14 Şubat eğlencesi de bu. :) Sabah 5'te yolculuk var.  Yatayım uyuyayım.

Bolivya - II - La Paz & Death Road



Dünyanın en yüksek gölünde yüzememek az buçuk içime oturdu ama yine de Titikaka golüne veda ettim. Kısmet başka göllere..  Isla del sol'den tekneyle tekrar Copacabana'ya geçtik.  La Paz'daki hostele rezervasyon yapalım diye bir kafeye oturduk.  Wifi var mı? 'Var abla.'  Sipariş verdik, wifi'a bağlandık. E açılmıyor sayfalar.  'Aaa ama internet yok. Tüm bölgede yok yani.'  Wifi'yı olan ama interneti olmayan kafede yemek yedik.  Bana biraz patates pilavdan gına geldi demistim degil mi?  Pilavda tereyağı olayı gelmemiş buralara.  Bi de kara kara patatesleri var (4,000 çeşit patates arasından), bildiğin toprak. Allah yazdıysa bozsun.  Ama tavuklar inanılmaz.  Herhalde özgür gezdikleri için.   Biz yine de pizza yedik bu sefer.

La Paz dünyanın en tehlikeli şehirlerinden biriymiş.  Bir sürü silahlı soygun hikayesi okudum.  Karanlıktan sonra varmak istemiyorum bu yüzden.  Bu arada hayatımda uzun yıllardan sonra ilk defa havanın ne zaman karardığı önemli bir etmen oldu.  Neredeyse hiçbir şehirde hava karardıktan sonra sokakta tek başıma kalmak istemiyorum.  İster istemez kaldığım oldu ama tüm planlamayı güneşe göre yapıyorum.  Bunun için sanırım İstanbul'da yaşadığıma şükretmeliyim.

Neyse Copacabana el kadar yer, La Paz otobüsü arıyoruz. Hesapta hepsi 15 dakikaya kalkıyor.  Birine inandık, bindik.  Bekle bekle kalkmaz, kooca otobüsün dolmasını bekliyormuş meğer.  Ooldu, kavga dövüş (bkz 3 kelime İspanyolca ile çirkeflik) parayı geri aldım.  Bir minibüse bindik, dolunca kalktı, minik bir şey zaten. Tavan da yine Bolivya'lılara göre.  En öne oturdum ben. Yolda bir yerde tüm yereller indi, biz kaldık, ne oluyor demeye kalmadan minibüsü bir tahta sala yüklediler, Titikaka'nın bir su parçasının üzerinden salla geçtik.  Sal karşıya varınca, az önce inen yereller de çıkageldiler, yayalar başka botla geçiyorlarmış. Ben bütün sal yolculuğu boyunca eheeheheeehe diye güldüm.  Ne tatlı yaa. 




Bu arada şöför adımı öğrendi, 'Tunita müzik seç', salsalı, flütlü ve akordeonlu müziklerle La Paz'a geldik.  Ya da düştük.  Yine (Quito gibi, Bogota gibi) dağdan yuvarlananın düştüğü bir yere şehir kurmuşlar.  Bence bu düştükleri çukurdan çıkmaya üşeniyorlar, bu yüzden 'e yerleşiverelim' diyorlar.  Yoksa bu kadar yükseğe su kaynağı falan yoksa şehir kurulmaz.  Yükseklik 3,800 metre civarı.  Ben Lima'dan beri yavaş yavaş yükseldiğim için bir sorunum yok. Doğrudan buraya uçsan, oksijensizlikten gaipten kelebekler görürsün maazallah.

Dağlar dağlar üstüne sıvasız binalar düşünün, daracık yokuş yokuş sokaklar, her ama her kaldırımda kafalarında fötr şapkaları, kabarık etekleri ve rengarenk örtüleriyle tezgah açmış teyzeler, kalabalık kalabalık.. İşte öyle bir yer La Paz.  Bolivya'nın 2 başkentinden biri. Dünyanın en güzel yeri değil kesinlikle ama tuhaf bir çekiciliği var. Kendi içinde kımıl kımıl bir organizma.




Copacabana'daki wifi sorunumuz sebebiyle hostelsiz bir şekilde bu karmaşaya düşmüş bulunduk. Yalnız olmadığıma sevindim sokaklarda dolaşırken.  Aklımızda bir hostel var.  Sora sora bulduk hosteli 1 saatte.  Yer yok. 180 yataklı hostel, nasıl olmaz.  İyi ki de yokmuş, parti hosteli tabir edilen yerlerden. Ertesi gün barına gittik de gördüklerinden sonra yer bulamadığıza sevindim. Bir iki besili Anglo-Sakson elimde kalırdı.

Sorduğumuz üçüncü hostelde yer vardı. Yerleştik. Tur mur ayarlayıp zıbardık. Donmadan zıbarmam icin bana bunu verdiler - en fazla 30 dakika, yoksa yangın cıkıyormus:


Sabah turumuz geldi bizi 7buçukta aldı. Nereye gidiyoruz? Şu anda kullanımda olmayan, genelde 3.2 metre genisliginde olan ve dünyanın en çok ölümcül kazası yaşandığı icin adı ölüm yolu olan yoldan aşağı 60 küsur kilometre bisiklet surmeye.  Yol dimdik, o yüzden yer çekimi destekli dağ bisikleti de diyorlar. Sırf bisiklete binerken ölen 60 kişi olmuş. Gidiş geliş otobüsler bu yoldan geçerken kaç kişi ölmüş siz hesap edin artık.  

Benden baska herkes cok heyecanli.  Cok eglenecekler cunku.  Benim için ise durum bambaşka. Şöyle ki ben bisiklete binmeyi 21 yaşında öğrendim, onu da öğrenmek için öğrendim, yani bırak 60 kilometreyi toplamda 40 kilometre kullanmışlığım yoktur, dengemi bulana kadar lingir lingir titrerim, vites olayına hiç hakim değilim, sürerken gidonu bırakıp bir elimi kaldırıp selam veremem, istediğim yerde durup istediğim yerde kalkamam, 3 yıldır da bisiklete binmişliğim yok. Hem de bu olay 4,600 metrede başlıyor, hiç öyle bir yüksekliğe çıkmışlığım yok.

Ama buraya kadar gelmişim değil mi? Yapayım yani. Turda 2 rehber var, biri önde biri arkada. Yani beni sürekli biri kontrol edecek. Bir de bizi takip eden araba var.  Belli kontrol noktalarında 'Tanrım! Yapamıyorum!!' diye kendini arabaya atabilirsin yani. Peki laz kızının inadı ve gururu ne olacak? Ben kendimi o arabaya atar mıyım? Bakın bakalım atmış mıyım?

Önce bizi vızır vızır arabaların geçtiği asfaltlı yeni dağ yolunda 40 dakika falan bisiklete alıştırdılar.  Bu arada yol arkadaşlarım genç ve heyecanlı oğlan çocukları oldukları için önden yardırıp gittiler. Benimle aynı hostelde kalan yaşıtım Hollandalı bir kız vardı. O sürekli beni kontrol etti sağolsun. Ne varsa kadınlarda var. Kızcağız tabii anasının karnından bisikletle doğmuş, bana bayağı hayret etti.  Fakat hep en arkada olduğum için sürekli bana refakat eden 2. rehber yok yok iyisin iyisin diye beni gaza getirdi.  (Sonradan video ve resimleri gördüm, hiç de iyi değilim, hiç de eğleniyor gibi gözükmüyorum, hiç de eğlenmedim zaten.)  Asfalt yolda sis içinde ilerledik.  Çoğunlukla görüş mesafemde kimse yoktu, hem sisten, hem de benim yavaşlığımdan. Sona doğru karşımıza bir tünel çıktı, bisikletle girmek çok şükür yasakmış, etrafındaki taşlı yoldan dolanacağız dediler.  Alt tarafı 50 metre olan taş yolu kendimce iyi gidip, sonra yavaşlayadığımdan önündeki kıza çarpmamak için yoldan saptım ve hakimiyeti kaybettim.  Hoş ne hakimiyetiyse o - ben mi bisiklete, o mu bana hakim belli değil.  E madem bisikletle anlaşamıyoruz, atayım ben bunu dedim ve ilk düşmemi yaşadım.  Bisiklet de benim üzerime düştü ama çok usturuplu düştüğüm için bir güven geldi üzerime. 

Sonra asıl ölüm yoluna çıktık.  Ammmaaannn. (Ya bir girin google'dan bakin, ben olmemeye konstrantre oldugum icin resim cekemedim.) Muhteşem bir manzara fakat bir yanımız hep uçurum, yolsa hep taş ve çamur. Ve derken yağmur başladı. Yer yer göller, tepemden akan şelaleler!! Olmadı kendimi atarım dediğim banket önce akarsu, sonra çamur deresine dönüştü.  Bu arada yandan 'Sağından geliyorum, solundan geliyorum' diye bağırarak bızzzt geçen adrenalin manyakları. (Yanlış anlaşılma olmasın, benden yavaş insan yoktu o yolda, herkes adrenalin manyağı değil yani. Ama en korkutucusu toplam 3 saniye gördüğüm fren yapmadan 150 derece viraj dönen insan suretindekilerdi.)

Keşke yol boyunca aklımın içinden geçenlerin bir ses kaydı olsaydı da size dinletebilseydim.  Dua, küfür, kendini gazlama, kendine sövme, sürekli telkin, kendine talimat ve nadiren kendine övgü. Arada hayatımdan parçalar görmüş olabilirim.

Yolun en tehlikeli kısmını kazasız arada zincirimi attırarak ve bazen istemsiz durarak atlattım.  Son bölüme geldik. Kalktı tabii hemen bir yerim.  Çok virajlı ve taşlı bir yerdi. Dikkatsizlikten koca bir taşın üstünden geçtim, bana çoook uzun gelen bir süre havada kalıp, dengesiz bir şekilde yere indim.  Hakimiyeti sağlamaya çalışırken panikleyip düştüm ve yerde 2 metre sürükledim. Canım nasıl yandı!  Bisiklet bacağımın üzerine düştü. Önce kemiğimi kırdı sandım.  Sadece anlık acıymış çok şükür. Zaten fren sıkmaktan canı çıkmış sol elimin baş parmağının tırnağı tam ortasından yarıya kadar kırıldı.  O hala acıyor, zaten iki elimi de pek kullanamıyorum.  Ama eğer bize verdikleri kask, dizlik ve dirseklik olmasaydı sonuç bambaşka olabilirdi.


Kalktım - hayır ağlamadım - rehber bisikleti topladı, biraz dağılmıştı zira. Tekrar yola düştüm. Ve karşıdan tam virajda araba geldi. (Evet trafiğe kapalı burası.) Kendimi can havliyle bankete attım.  3.5 saattir düldülün tepesindeyim, dizlerim ve ellerim bitmiş vaziyette, verdikleri pantalon ve cekete rağmen sırılsıklamım ve okkkadar yorgunum ki.. Her in bin beni mahvediyor.  Ama bırakmak yok, yine toplandım. Son viraja yakın bir önceki düşme senaryom tekrar etti, yine sürükledim yerlerde, bisiklet bacağımın aynı yerine düştü. Gözyaşlarım bırak çıkalım diyorlar ama hayır ağlamadım. Haydi yine bisiklet toplandı, bindim düldüle. Bir daha dengemi fena şekilde kaybettim. Dedim ölmeyim ben, şu virajı yürüyerek geçeyim.  Bir döndüm virajı elimde bisiklet, bitmiş meğer parkur! Son 5 metreyi yürüyerek de olsa bitirmiş oldum.  Tahminim aksine bitirince hey hov diye çılgın atmadım. Resmen çöktüm. Stresten yüzümde zoynk diye sivilce çıktı. Kendime gelmem 2 saat ve bir bira kadar aldı ama şimdi düşününce aklıma yalnızca kaskıma tıpır tıpır damlayan şelale suyu, yandan kayan toprağı tahliye etmeye çalışan kepçeyi durup beklemem, yüzüme vuran rüzgar ve sis, yemyeşil dağlar, ortasından akan dereler geliyor. Acı geçici işte. Her köşesi orada ölenleri anmak için konulan haçlarla dolu olan ölüm yolunu bisikletle indim mi ben inmedim mi? İndim, hem de kendime rağmen indim. Aferim bana! :)

--

Sonrası pek önemli değil. Bizi havuz başı bir yere götürüp yemek verdiler. Beni evlat edinen arkadaşımla kankalandım biraz orda. Dağın öte tarafından indiğimiz için dönmemiz 3 saat aldı. Akşam da şu bahsettigim hostelin barına gittik ama yavan geldi. Tek bir şey dışında, barmen abi bara 30 kadar bira bardağı dizdi. İçlerine biraz bira koyup, bira bardaklarının tepelerine shot bardakları dizdi. Shot bardaklarının içine de votka doldurdu. Sonra anons yaptı, gelin bakın ne yapacağım diye.  Millet toplaşınca ilk shot bardağına bir tokat, domino taşı gibi bütün shot bardakları teker teker bira bardaklarının içine düştüler. Oha! Tamam parti parti seken bir insan değilim de bu herhalde çok sık görülen bir şey olmasa gerek.  Bana bunca eğlence yeter deyip hostele dönüp yattım.

Ertesi gün La Paz'ı gezdik. Cidden zor şehir. Yani tamam, pazarları seviyorum da neden tüm şehir, her kaldırım pazar olmuş? Kim alıyor bu kadar şeyi? Ama güzel alpaka bir bere buldum, aldim, mutlu oldum. :)

Bir pazarda ayaküstü kızarmış tavuk yiyecektik, boş bir yer bulup çömdüm. Derken yan tezgahtaki teyze kaynar yağa tavuk attı ve üstüme ve yüzüme yağ sıçradı!!  Valla hayatım gözümün önünden geçti. Yağ o kadar kaynar değilmiş ki iz kalmadı ama heyecan için dağa falan çıkmaya gerek yok belli ki. La Paz'da dolaş yeter!

Şimdi Uyuni'ye giden rahat bir gece otobüsündeyim. Her Latin Amerika otobüsünde olduğu gibi tuvaleti var fakat solo urinario. Yani 2 numara gelirse şöföre söylüyorsun kenara çekiyor. Ehe. Güzel len buralar.