Nerdeyim?

26 Nisan 2014 Cumartesi

Yeni Zelanda - VI - Milford Sound & Franz Josef

İkinci gün adrenalin seviyesini düşürmek için popomuzu bir otobüse koyup yaşlı insanlardan müteşekkil bir grupla Yeni Zelanda'nın fiyortlarını kolaçan edelim dedik. Önce kıvrıl kıvrıl kıvrılan bir yolda 3 saat yol gittik. Arada şöyle bir yarıktan akan hayret verici sularda durduk.



(Mega Hafıza Tekniklerini hatırlayanınız var mı? Ben hala bir sürüsünü hatırlıyorum. İngilizce yarık kelimesi olan chasm'ın Kazım ile bağlantısını hatırlayayım derken şöyle bir beyin uyuşturucu yazıya denk geldim. Haline şükretmek isteyenler buyursun.)

Sonra da büyükçe bir gemiyle Milford Sound olarak bilinen fiyordun içinden Tazman Denizi'ne kadar çıktık. Fiyort şöyle bir şeye benziyor. Çok dik, korkutucu ve etkileyici bir şey.



 




Hava yağmurlu olduğu için fiyortlardan akan şelaleler de coşmuştu. Şelaleseverler kulubünü fahri başkanı olarak bu durum beni çok mutlu etti tabii.

Bu fiyordun bir özelliği de Tazman Denizi'nden bakılınca ağzının çok dar olması, bu sebeple ilk Avrupalı kaşiflerin karadır kara deyip buraları bulamamış olması. Biz de Tazman Denizi'nden baktık tasdik ettik. Benim zaten gözüm kör hayatta bulamazdım.

Akşamsa yine aynı bankamatik burgercide sweet bambi olarak adlandırılmış geyik etli bir burger yedik.  Dana etinden farkını hiç anlamadım. Bana zaten ertesi yapacağım işten dolayı stres basmıştı. Bir de yanımdaki kadın konuşmayı çok seviyordu. Onu dinlemekten anlamamış olabilirim.

Queenstown'daki son sabahımızdaysa Yeni Zelanda insanının kendine kiwi demesine sebep olan kiwi kuşundan görmeye gittik. Yok olacak kadar azalmış kiwi kuşları. Daha önce bir nebze yazmıştım ama sebebi şu: Yeni Zelanda Pangaea adı verilen ve milyonlarca yıl önce bölünen mega kıtadan kopunca adada çok az sayıda hayvan türü kalmış. Bunlardan memeli olanlarsa sadece yarasa. Yani bizim kiwileri avlayan kalmamış. Bunlar da zaman içinde rahata alışıp evrimleşip kanatlardan kurtulmuşlar. Uçamayan bir kuşa dönüşmüşler. Sonra adaya gelen giden her insan abuk subuk hayvan türlerini doldurmaya başlayınca (misal oposum getirdikleri için Avustralyalılara çok sinirliler. Nefret ediyorlar o yaratıktan.) savunmasız kiwilerin sayısı giderek azalmaya başlamış. Şimdi bu sembol kuşu kurtarmak için bir süre proje yapma peşindeler. Biz de bu proje evlerinden birine gittik. Kiwiler gececil olduğu için insanlar onları görebilsin diye hayvancağızların günlerini geceye, gecelerini güne çevirmişler. Biz de beslenme saatinde gittik. Kiwilerin gözünün seçmediği kırmızı ışık altında izledik bu yaratıkların beslenmelerini. Hal böyle olunca resim çekmek de kati suretle yasaktı.

Fakat ben ömrümde böyle sevimli bir şey görmedim. Bir kucak dolusu pofuduk, uzun sarı gagalı bir yaratık. Kanadı yok zaten, baştan faul. Bir de poposu kocaman, o da bir faul. İnsanın kıstırıp sıkası geliyor. 60 yıl yaşıyormuş. Al, sittin sene senin şirinlik muskan olsun.

Ayyy, aaaa, cııınııım ne tatlııı nidalarıyla bir sonraki maceraya yelken açtık. Bugünkü ekstrem sporumuzun adı yolun ters tarafından araba kullanmak. Bırak soldan araba kullanmayı, sağdan araba kullanmaya bile alışık değilim. Ama ertesi gün yapacağımız aktiviteyi başka türlü bizim programımıza oturtmanın imkanı yok. Ama turistlik görevi çağırdı madem, mecbur yapacağız.

Beynelmilel ehliyetimi ibraz ettim ve koyun memleketine yakışır, minik bir kuzuya benzeyen bir arabayı bize kiraya verdiler. 4.4 milyonluk ülkede yollar boş olur dedik, yola düştük. Fakat bazı şeyleri yanlış hesaplamışız. Tamam ikamet eden sayısı az da, burası turist dolu ve meğerse teamül karavan, jip, araba kiralayıp, bazen arkasına römork takıp (yoksa nereye koyacaklar o kadar dağ bayır ekipmanını) gezmekmiş. Bunu 2 gün boyuca gördüğümüz ve yer yer sağlamak (sollamak değil) durumunda kaldığım tuhaf araçlardan öğrendim.  Bu bir.

İkincisi Yeni Zelanda devleti bizim gibi düşünüp ulaşım politikasını şöyle belirlemiş. 'Aman zaten nüfus yok, ben her yere bir gidiş bir geliş yol yapayım ben, en büyük şehirlerin arasını bile duble yol falan yapmayayım. Her yer dağ zaten, köprüye, tünele, viyadüğe para mı dayanır. Yollar, tüm dağları dolansın. Virajlar 180 derece de dönse önemli değil. Tabela koyarım, 15 km ile git derim, gerisine karışmam. Yolları çok geniş yapmaya da lüzum yok. Hiç hata payı kalmasın, düzgün kullansınlar, dağlardan yuvarlanmasınlar. Yaptığım köprüleri de gidiş geliş bile değil, tek şerit yapayım. İşleri ne, birbirlerini kollaya kollaya geçsinler. Bazı köprülerin girişinden bakınca çıkışının gözükmemesi de önemli değil. Dua ederler, imanları artar.'

Üçüncüsü burada sonbahar. Yağıyor Allahsız. Hele bir yerde bir sis bastı, görüş mesafesi 20 metreye kadar indi. Ben meğer iyi gün şöförüymüşüm, bana bu koşullar yabancı. Hayatımda ilk defa yağmurda siste araba kullanmış oldum böylece.

Demem o ki, gerçek ekstrem spor zaten sağdan akan trafikte bile düzgün kullanamadığım bir aleti soldan akan trafikte ilk gün 400 km, ikinci gün de bir 400 km kullanmak oldu. Çok şükür başımıza kaza bela gelmedi. Bu insanlar korna falan da çalmıyorlar. Arabayı alır almaz karşıma çıkan ilk göbekte far yemiş kedi gibi kaldığım zaman dışında korna da yemedim. Stres kat sayısını azaltıyor bu oldukça. Bir yandan Emre de sürekli solda kal, solda kal, solda kal diye hipnotik telkin yapınca sandığımdan daha kolay şekilde geldik.

Bu 800 km yolu uğruna teptiğimiz olay ise, bir buzul. Franz Josef buzulu. Yakınında 300 kişilik aynı ismi taşıyan bir köy var. Ama herhalde köyde 10 kişiye bir helikopter düşüyor. Daha bile az olabilir bu oran. Sırf biz aynı anda 6 tanesini yan yana gördük. Çünkü köyde herkes buzuldan geçiniyor. Buza tırmanan arpası fazla ziyaretçilere hizmet vermenin yanı sıra ömründe buzul görmemiş bizim gibi cahilleri buzda tura çıkarıyorlar. Bizi de bir helikoptere doldurdular. Hayatımda ilk kez helikoptere bindim. Geçen haftadan evvel olsa soğuk terler döktürecek bir mesele bu sefer, atlanır ki burdan diye aşağı rahat rahat izlememle sonuçlandı. Buzun üzerine konduk. Ayağımıza verdikleri asker botlarının üzerine kramponları geçirip buzda yürümeye koyulduk. Allahım ne zor!! Sürekli düşüp kaseyi kıracağım paranoyasıyla paytak paytak ağır ağır yürüdüm. Ayağındaki kramponları buza saplayarak yürümek gerekiyormuş. Ben olayı abartmış olabilirim, buz sanki tanıdığım herkesi öldürmüş gibi kramponları sapladım. Bir de soğuk! Yağmur da başladı bir süre sonra. Grubun rehberi sarı çiroz oğlan da üzerinde tshirt, ayağında şort, göbeği böğrü açık buzdan buza sekiyor, koşuyor, atlıyor.

Buzul canlı bir şeymiş meğer.  Her dakika her saniye şekli değişiyor. Yağmur yağıyor başka oluyor, güneş açıyor başka oluyor. Yarıklar, delikler büyüyor, yer değiştiriyor.  Sürekli akan sular yürüyüş yollarını ve buzdan kazılarak yapılan merdivenimsi şeyleri kapatıyor. Bizim rehber elindeki baltayla biz düşmeyelim diye yolları merdivenleri yeniden yapıyor. Bazı yerlere tutunalım diye ipler taktı, onlara tutunarak indik, çıktık. Dar dar buzul deliklerinden, ufak buz kanyonlarından sürüne sürüne geçtik. Bazı yerlerde geride kaldığım için nereye basarak gitmem gerektiğini göremedim ve kedi gibi kalakaldım. Çiroz oğlan zıpzıpzıplayarak geldi kurtardı. 3,5 saatin sonunda o kadar yoruldum ki yeter artık, tamam, gidelim, daha 400 km araba kullanacağım diye huysuzlandım ama değdi gittiğimize. Çok güzel ve değişikti.







Bizi yeniden yere indirdiler helikopterle. Kıyamet bi yağmur yağıyor. Arabaya yardır, benzin al, ayaküstü atıştır, yola dökül, 5,5 saat durmadan araba kullan, bu arada 3,5 saat kramponla yürümüş zavallı dizlerin isyan etsin. Bir de Christchurch'te uçağa yetişiyoruz. Benzin de ha yetti ha bitti derken ışığı yandı ama biz havalimanına girdik. Bizden sonra tufan diyerek arabayı bıraktık. Uçağa yetiştik. Binbir türlü atlamalı, zıplamalı geçen gezimizi yorgun argın ama mutlu gururlu bitirdik. Dünya güzeli Yeni Zelanda'yı geride bırakıp Melbourne'e doğru yola çıktık.

1 yorum:

  1. Yavrucuğum yazım tarzını özlemişim.. "imanları artar" bölümünü çok beğendim:)

    YanıtlaSil