Nerdeyim?

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Tayland - l - Bangkok

Siem Reap'tan Bangkok'a doğrudan giden bir otobüsle sınırı geçtim ve Tayland'a girdim. Tayland'da ulaşım araçlarından kazık yemek o kadar kolay ki. Vietnam'a gitmeden hemen önce bir gece Bangkok'ta kaldığım için biraz aşinaydım iyi ki. Aklınızda olsun taksimetreli taksi tuktuktan, motortaksiden ya da taksiciyle önceden anlaşmaktan daha ucuza geliyor. Tabii açtırabilirseniz taksimetreyi. Çok inatçılar o konuda.

Bangkok büyük, biraz pis, çirkin ama nasılsa sevilesi bir şehir. Sokaklarında, gece pazarlarında dolaşmak bayağı eğlenceli. Yollar meyve, meyve suları, ice tea satan bir sürü standlarla dolu. Tabii bir de kızarmış noodle ve pilav satanlar, tuzda balık yapanlar, ızgarada bilumum deniz ürünü pişirenler.. Sokak yemekleri çok güzel. Tabii çok da ucuz.

Bangkok'da bulunma sebebim Hindistan vizesine başvurmak. İstanbul'da başvuru yapmaya çalışmıştım ama seyahat tarihine 6 aydan fazla olduğu için başvurumu almamışlardı. Dünya turu yapan Türkler turlarına hep Asya'dan başlamışlar, ben tersten başladım, o yüzden yolda vize almak gibi başkalarının anılarında okumadığım bir saçmalık yapmam gerekti.  Bangkok'ta bulunmamın gezmekten başka sebebi olunca kendime hiç plan yapmadım. Hostelde tanıştığım insanların programları hoşuma giderse onlara takıldım. Bir yarım günümü vize başvurusu hazırlığına ayırdım. Bunu yaparken siyah kaleme ihtiyacım oldu. Hosteli merkeze alıp yarıçapı 1 kilometrelik bir daire çizin, o alanda siyah kalem aradım, resmen bulamadım. Taylar mavi kalem seviyorlar demek ki. Böyle saçma işler yaparken bir anda zamandan ve mekandan soyutlanıyorum ve ne alakasız bir şey yaptığımın farkına varıyorum, kendi kendime deli deli gülüyorum sonra.

Kalem ve internet kafe ararken şehirde ne kadar çok 7eleven olduğunu farkettim. İnsanlar bir yer tarif ederken 'bir 7eleven iki 7eleven sağa dön' diye tarif ediyorlar. Saçma bir ayrıntı belki ama bu tarif şekli zihnime kazındı, bu sözlerden iyi bir rap şarkısı çıkabilir.

Bir günümü devasa Chatuchak haftasonu pazarında geçirdim. Akşamında önce Lebua otelinin tepesindeki bara gittik.





Sonra sırtçantalı yuvası Koh San sokağına gittik. Tayland'ın her türlü nimetinden faydalanmaya gelmiş amele amele beyaz insanlar var. Herkes beğendi, ben beğenmedim. Akustik müzikli bir yer bulduk sokağın dıpçısından kaçabildik.

Bangkok'ta en çok etkilendiğim yapı budist tapınağı Arun Wat oldu. Budist keşişlerin sakiiin sakiin dolaştığı bir yer. Keşişler enteresan insanlar gerçekten. Modern hayata adapte olmalarına şaşırdım. Tabletler, kameralar, akıllı telefonlar, herkesle iletişim kurma halindeler. Ben mesafeli olmalarını beklerdim.







Tapınağa giderken yaptığım en kısa tekne yolculuğunu yaptım. Şuncacık nehri geçeceğim diye 2 kuruş muadili baht ödeyip 20 saniye suyun üzerinde kaldım. Dönüşte de aynı şeyi yaptım ve madem toplu taşıma kullanıyorum devam edeyim dedim. Nedense beraber gezdiğim insanlarda hep tuktuk ya da taksi kullanma alışkanlığı var. Bense otobüs seviyorum. Gördüğüm tüm tapınaklardan daha güzel anılarla iniyorum otobüsten. Hazır vaktim de var otobüse bineyim dedim. Tabii bir de Tayland sim kartımın internet bağlantısına güveniyorum. (Macau'da bi güzel kaybolmuştum otobüste durak kaçırıp, tekrarlamak istemem yoksa.) Hangi otobüse binmem gerektiğini sorup anlamam 10 dakika, otobüsün durağını bulmam 5 dakika, yanlış durakta beklediğimi anlamam 10 dakika, asıl durağı bulmam 5 dakika, otobüsün gelmesi 5 dakika, otobüsün kalkması 15 dakika aldı. İnsanlar çok yardımcı, eğer kime inanmanız gerektiğini anlayabiliyorsanız insan bir şekilde yolunu buluyor. Ama çok da dolandırıcı var. Royal Palace'a girmeye çalışırken önünde duran polis bizi içeri almadı. Sonra güya çok yardımcı bir abi bugün Buda'nın doğumgünü, içerde ayin var, öğleden sonra açılacak dedi. Hakikaten Buda'nın doğumgünüydü ama ben bu hikayeyi adı bende saklı bir arkadaşımın Bangkok gezisi anılarını dinlerken duymuştum. Bir sonraki adım bizi anlaşmalı bir tuktuka yönlendirmesi ve tuktukun anlamsız pahalı bir fiyata bizi önemsiz tapınaklara ve hatıra eşyası satan dükkanlara götürmesi olacaktı. Dedim yemezler. Şöyle bir ilerledik kapıdan adamı atlatıp, meğer yanlış kapıda durmuşuz da bizi ondan içeri almamışlar. Giriş kapısı ardına kadar açık. Pis herif. Herhangi bir yere gitmeden mutlaka o şehirdeki popüler dolandırıcılıkları okumak lazım. Okusanız da insanın basireti bağlanabilir tabii ama yine de hazırlıklı olmak iyi olur.

Yeri gelmişken kraliyet ailesinin eski sarayı Royal Palace'tan da bahsedeyim. Gitmezsek olmaz diye gittik. İçindeki tapınaklardan birinde bulunan zümrüt Buda çok güzeldi - zaten resim çekemiyorsanız anlayın ki şahane bir şey göreceksiniz. Onun dışında taht odası, tapınaklar tapınaklar.





Bir de dünyanın bu tarafinda gezerken aklınızda olsun, tapınaklara girerken şort, kısa etek ya da kolsuz kıyafetlerle almıyorlar. Ben etekle geziyorum, çantamda da uzun bir taytım var. Ya da tapınaklardan kiralayabilirsiniz günde 80 kişinin giydiği kıyafetleri.

--

Pazartesi sabahı vize başvurumu yaptım, pasaportumu kuzu gibi teslim ettim. Aslında yapacak başka şeyler de var Bangkok'ta ama Bangkok'tan çıkma vakti geldi dedi içimdeki ses. Kuzeye gideceğim. Chiang Mai'a. 'One 7eleven two 7eleven chiang mai!'

Kamboçya - lll - Siem Reap

Ufak ada ziyaretimden sonra artık Angkor Wat beni bekler deyip yola düştüm. 2 gece önce binmem gereken gece otobüsüne binip Siem Reap'a vardım. Gece otobüsünün verdiği huysuzluktan mıdır yoksa 4 gecedir doğru dürüst uyumamamdan mıdır bilmem ama hostel ararken gördüğüm yerler ve konuştuğum insanlar cansız ve tatsız gözüktü bana. O yüzden bir an evvel aklımdaki tapınaklara gidip yola devam etmek istedim. Hemen bir tuktukla anlaştım. Bu işin raconu buymuş. Angkor Wat'ın içinde bulunduğu tapınak dolu milli park çok büyük olduğundan yürüyerek gezmek deli işi. Hava 36 derece bu arada. Klimadan nefret eden bir insandım, buralarda klimanın neden icat edildiğini anladım. Neyse motorsiklet ve bisiklet kiralayıp gezenler de var. Vaktiniz varsa o da eğlenceli olsa gerek. Ben 12 dolara tuktukçumla bütün gün tapınak tapınak gezdim püfür püfür.

Kamboçya'da yaygın bir şekilde dolar kullanılıyor bu arada ama kendi para birimleri olan riel'i de kullanıyorlar. İki para aynı anda dönüyor. Para birimi yüzünden kafamın daha çok karıştığını hatırlamıyorum. İlk Kolombiya kazığım hariç tabii.

Gezdiğim ilk tapınak Angkor Wat oldu. İnsanın Angkor Wat'ı ilk gördüğü anın muhteşem olduğunu okumuştum. Giderken çok heyecanlandım o yüzden. Böyle çok popüler yerlere giderken heyecanın yanı sıra hafif bir korku da sarıyor içimi. Ya zaten en güzel resimlerini google'da görmüşsem, ya aslında anlatıldığı kadar güzel değilse diye. Bunu en çok Machu Picchu'ya giderken hissetmiştim ama Machu Picchu'nun kendisi gördüğüm en güzel fotoğraflarından bile güzeldi.

Fakat korktuğum Angkor Wat'ta başıma geldi. 36 derece sıcak, otobüsler dolusu 77 milletten 77.000 adet turist ve sürekli bir şey satmaya çalışan insanlar arasından Angkor Wat'ı görünce hiçbir şey hissetmedim. Belli ki en güzel fotoğraflarını görmüşüm. Yani güzeldi tabii yine de. Kendine özgü mimarisi, 5 kubbeli çatısı, oymaları, kabartmaları, bunların anlattıkları hikayeler, tapınağın 3 katmandan oluşması ve bunların cehennem, materyal dünya ve cenneti temsil etmesi, tapınağın içindeki kutsal su havuzlarının 4 temel elementi, 4 mevsimi, 4 yönü temsil etmesi gibi hoş detaylar vardı ama bunlara rağmen açıkçası Angkor Wat'ın neden bu kadar büyütüldüğünü anlamadım. Özellikle özensiz yapılmış restorasyonu, müthiş kalabalık ve zaten burayı Vietnam'lı bir şirketin işlettiğini öğrenmiş olmak ruhuma hitap etmesini engelledi sanırım.









Günün geri kalanını bir sürü başka tapınak gezerek geçirdim. Hiç biri birbirine benzemiyor bu arada, farklı dönem, farklı din, farklı Tanrı, bambaşka mimari, Angkor'u gördüm yeter diye düşünmeyin. Ayrıca diğer tapınaklar biraz daha doğal hallerine bırakıldıkları için eski hallerini hayal etmek daha kolay, orman yapıları sarıp sarmaladığı için daha büyülüler ve daha sakinler. Özellikle iki tanesine bayıldım bayıldım. İlki Bayon. Khmer İmparator'u Jayavarman yaptırıyor ve tapınağın her tarafını ilk bakışta Buda'ya benzeyen ama yakından baktıkça Jayavarman'a da benzeyen 216 tane dev surat ile süsletiyor. Adamın egosunu ayakta alkışlıyorum ama bu kadar şahane bir eser yaptırdığı için kendisini yargılamayı bir kenara bırakıyorum. Hayatımda gittiğim en hipnotik yerdi. Girdiğiniz her türlü delikte sizi yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle izleyen biri var. 40 dakikanın sonunda algım şaştı.





İkinci şahane tapınak ise ormanın isyan edip buralar benim tadında geri aldığı Ta Prohm. Tomb Raider filmi burda çekildiği için Tomb Raider tapınağı olarak geçiyor.  Muhteşem!




Bu arada tıpkı Inka, Maya ve bilimum Latin Amerika medeniyetlerindeki tapınaklar gibi dimdik ve dapdar merdivenler var şu ana kadar gezdiğim tüm Hindu ve Budist tapınaklarında. Mantık hep aynı, zor ulaşılsın, alelade bir yer olmadığı bilinsin, tırmanırken vücut kendini doğal olarak eğdiğinden saygı gösterilerek girilsin. Farklı suretteki aynı şeylere benzer yöntemlerle tapınılmış gibi hissediyorum her yerde.

Angkor Wat'ın içinde bulunduğu tapınak kompleksini gezmek için 1 hafta bile ayrılabilir. Ben bir tam günde başıma güneş geçe geçe ve amele yanığımı 3 ton arttırmak pahasına tüm görmek istedikerimi gördüm. Daha fazla gezseydim tapınak manyağı olabilirdim, o yüzden bana yetti. Artık Tayland'a gitmeye hazırım.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Kamboçya - ll - Koh Rong Samloem

Phnom Penh'den gece otobüsüyle ayrılıp  Siem Reap'a Angkor Wat'ı görmeye gidecektim. Ama Phnom Penh'de vakit geçirdiğim insanlar bir adada meşhur full moon party'lerden birine gidiyorlardı. Dolunay partisi yani. Maksat eğlenmeye bahane olsun. Asıl Tayland'da meşhur bu partiler, Koh Phangan'dakiler 50.000 kişi oluyormuş. Benim öyle bir curcunaya gitmek gibi bir niyetim yok. Bir de pasaport hadisesi programımı 2 gün aksattığından vaktim de olmayacak büyük ihtimalle. O yüzden gel diye ısrar edilince bu partiye gideyim dedim. Zaten çok fazla ikna edilmem de gerekmedi. Ada yüzmek beyaz kum deniz güneş diye takıldım peşlerine ve kendimi şurda buldum.




Adayı görünce ilk düşündüğüm şey 'ölmez insan burda' oldu. Beyaz kumuna kendini gömesim geldi.

Buraya varmak için önce 4 saat uzakta Sinoukville'e gittik, oradan da tekneyle Koh Rong Samloem'e geçtik. Tekne şirketinin sahiplerinin Türk olmasıyla bir Türk silsilesine yakalandım. Çok tuhaf milletiz gerçekten. Öncü kuvvet gidince hemen peşinden ilerliyoruz. Ana karada dönercisi olan mı ararsınız, adada oteli olan mı, yeni otel yaptıran mı? Hepsi var. Yola çıktığımdan beri ilk defa bu kadar yoğun Türk gördüm.

Parti küçüktü. Ama konsept çok güzel, sahilde bir sürü insan, çarşaf deniz, ateşle bir takım maymunluklar yapan insanlar, dıpçıs müzik ama bir yanda hamaklar.  Ben gecenin çoğunu yüzerek geçirdim. Öyle ki denize son girdiğimde ay batıyordu ve güneş doğmaya başlamıştı. Ayı batırdım güneşi doğurdum; suya gece girip gündüz çıktım. Muhteşem bir duyguydu. Adada topu topu 20 saat kalmış olmama rağmen sırf bunun için değerdi.

Kamboçya - l - Phnom Penh

Saatli bomba gibi geri sayan Vietnam vizemin bitmesine saatler kala Saigon'dan uçağa binip Kamboçya'nın başkenti Phnom Penh'e geldim. Köri kokulu ve yapış yapış havanın bulutu içinde kalmış havalimanının sınır kapısında 'ver parayı al vizeyi' yaptıktan sonra bir tuktuka bindim, çek şehir merkezine dedim. Yine rezervasyonum falan yok. Bir hostelden yer olmadığı için sektikten sonra çok güzel bir hostel buldum. Pasaport hadisesinin duygu fırtınasını atlatmak için sakin bir akşam geçirecektim. Fotoğraflarıma bakayım diye sd kartımı arıyordum ama hatırladım ki pasaportu kaybettiğim gün kart dolmuştu ve pasaportla aynı poşetimsi şeye koymuştum nasılsa pasaportu kaybetmem diye :) Fakat pasaport geri geldi, kart belli ki gelmemiş. İçinde Avustralya, Yeni Zelanda, Fiji, Hong Kong, Vietnam fotoğraflarıyla beraber 32 gb değerinde anılarım da uçtu. Sadece bloga koyduklarım kaldı elimde. Olur öyle dedim. Odamdaki insanlar süper tatlı çıktılar, akşamı onlarla hostelin havuz başında geçirdim. Ertesi günün programını da 6 kişi hep beraber yaptık.

Phnom Penh Mekong nehri kenarında olması dışında bir güzelliği olmayan bir başkent. Ama insanları çok tatlı. Bütün Kamboçya'lılar öyle aslında. Benim bu şehre gelme maksadım 'ölüm tarlalarını' görmek.

Ölüm tarlalarının öznesi Kızıl Khmerler. 1975 - 1979 arası Kamboçya yönetimini ele geçirip Orwell - 1984 kitabındaki gibi herkesi sistem düşmanı ilan edip, insanları hunharca çalışmaya zorlayan ve kana susamış gibi öldüren aşırı komünist grup. Başlarında Pol Pot diye adı sevimli, kendi cani bir yaratık var. Ölüm tarlaları da azıcık düşünen insanları erkek kadın bebek demeden öldürdükleri kamplar. Neredeyse hiç kurtulan yok. Kurşun kıymetli olduğu için aletlerle ya da elleriyle öldürmüşler. Benim gittiğim Choeung Ek kampında binlerce kişi öldürülmüş, ülke çapındaki kamplarda 1.4 milyon kişinin öldürüldüğü tahmin ediliyor. Gittiğim kamptaki anıt:




Alanın her tarafı toplu mezar dolu. Toprak halen kemik, kafatası ve kıyafet kusuyor. Yürürken kemiklere ayağınız takılıyor.




Hele bu ağaç inanılmaz.



Bebekleri bu ağaca vurarak öldürmüşler. Ağacın üzerinde bebek kafatası parçaları bulunmuş. Hemen yanında annelerinin çıktığı toplu mezar var.

Peki bebeklerden ne istemişler diye sorası geliyor insanın. İntikam alacak kimse kalmasın, muhalefetin kökünü kazıyalım demişler. Yine insanın ne kadar kötü olabileceğine şaşarak gözüm yaşlı gezdim. Sadece ben değil gezen herkes öyleydi. Onca vahşetin yaşandığı alanın şimdi - kemikler dışında - ne kadar huzurlu yeşil bir alan olduğunu görmek çok tuhaftı.

Sonra da S21 kod adı verilen işkence merkezi ve hapishaneyi gezdik. Kızıl Khmerler eğitime inanmadıkları için tüm okulları kapatıp, bazılarını böyle hapishanelere çevirmişler.








Bunların sonucunda bana en çok dokunan şeyse şu Pol Pot denen insan suretindeki yaratık yatağında sadece bir kaç sene ev hapsinden sonra ölüyor. Intihar etti diyen de var ama vicdanım rahat diye açıklamaları da var.

Bu gittiğimiz yerlere giderken bir tuktukla anlaşıp gitmiştik.  Arada tuktukçuyla sohbet etme fırsatı buldum. Vietnam'dan nefret ediyor. Hükümetimizde bile adamları var, bütün büyük ihaleler Vietnam'lı sirketlerde, en büyük milli hazinemiz Angkor Wat'ı bile onlar işletiyor, bizim bağımsız kalmamızı istemiyorlar, herşeyimizi sömürüyorlar dedi. Bunu sadece ondan da duymadım üstelik. İnsanlarına çok sey borçlu olsam da çakma komünist Vietnam'dan tiksindim.

Sonra sokaklara çıktık. Vietnam'daki gibi sokaklarda kadınlar aerobik yapıyor, insanlar sokaklarda badminton, top oynuyor. Gece pazarları capcanlı. Çok güzel olmayan ama yaşayan bir şehir burası. Kamboçya'ya giderseniz eğer biraz gezmeye değer.



19 Mayıs 2014 Pazartesi

Vietnam - III - Saigon & El Memleketinde Pasaport Kaybetmek

Sıcak ve yapış yapış bir günde Ho Chi Minh City'e (eski adıyla ve orda yaşayanların hala kullandığı şekli ile Saigon'a) indim. Meğer bu Saigon motorsiklet başkentiymiş.  Hanoi'nin motorsikletleri gözüme sevimli gözüktü buraya gelince. Tam sayı konusunda internette bayağı bir spekülasyon var, o yüzden sayıyı bilemiyorum ama böyle bir trafik düzeni olamaz. Hiç kimse hiç bir kurala mı uymaz yahu. Böyle bir kargaşada her saniye kaza olmasını beklersiniz. Çok oluyor dediler ama ben şahit olmadım. Karşıdan karşıya geçmek de ayrı bir sanat. Yaptığım muhtelif istişareler ve denemeler sonucunda en kolay yolun şöyle olduğuna inanıyorum. Trafik bir kaç saniye azalıyorsa o arada yola atlıyorsunuz, hiç durmayacak gibiyse beklemeyin hemen atlayın. Tekerlek sayısı kaç olursa olsun araçlar üzerinize üzerinize gelseler bile hiiiiç istifinizi ve temponuzu bozmadan, yavaşlamadan hızlanmadan adeta nehir gibi akarak geçmeye devam ediyorsunuz. Hatta gözünüzü dahi kapatabilirsiniz. Açık olması bir şey farkettirmiyor zaten. Böyle ilerlerseniz motorsikletler ve arabalar bir şekilde size çarpmaktan imtina edecekler ve etrafınızdan su gibi akacaklardır. Kendinizi trafiğe bırakırsanız ve kuralları kenara koyarsanız bu çok şiirsel bir deneyim bile olabilir. Deneyemedim ama bir yandan Vivaldi dinleyerek misal başka bir boyuta ışınlanabilirsiniz.

Otele çantayı koyar koymaz gitmeyi çok istediğim bir müze vardı, oraya koştum.  Vietnam savaşı müzesi. Çok etkileyici fotoğraflar var. Müzeyi gezen herkes allak bullak, gözünün ucunda bir damla yaş. Özellikle Amerikalıların kullandığı kimyasal silahların (en fenası orange agent denen zıkkım) etkilerini gösteren bölüm feci. Adamlar resmen 4 nesli sakat bırakmışlar. Daha 2008'de doğan bebelerde bile çok ağır sakatlıklar görülüyormuş. Kollar, bacaklar eksik, bazen hiçbiri yok, çift eklemler (mesela çift dirsek), belden yapışık ikiz yavrular. Müthiş rahatsız ediciydi. Saigon'a yolunuz düşerse mutlaka gidin, insanların ne kadar kötü olabildiklerini hatırlamak için.

Ertesi gün Cu Chi tünellerine gittim. Önce
40larda Fransızlara, sonra Amerikalılara karşı kullanılmış çook büyük ve kompleks tüneller bütünü. 3 katmanmış, aile yaşayacak kadar büyük mağaraları da birbirine bağlıyormuş. Aile dediysem Vietnam ailesi. En büyük üyesi 40 kilo. Bizi de tünelde yürüttükler. Klostrofobiden ve nemden kendimi dışarı dar attım. O kadar ufak ki. Bir de silahlarla tünellerde süründüklerini, burada yaşadıklarını düşündükçe bir tuhaf oluyorum hala.

Akşam üzerini ve akşamı ise Hue'ye giden trende tanıştığım biriyle gezerek geçirdim. Saigon içinde yaşayan insanlar için bir şehir. Çok turistik aktivitesi yok. Biz de kafelerde oturarak vakit geçirdik. Ama siz illa macera istiyorsanız şehir içinde motorsiklete binmenizi tavsiye ederim. Roller coaster tadında. Bir de gece pazarları var. Çok özellikli değil ama görmeye değer. Kafeler akabinde gece pazarında gezdik bayağı bi. Sonra otelimden çıkıp geceyi geçirmek için hostele geçtim. Yaşasın hostel :) Sıcaktan ve nemden perperişan vaziyette duş almaya hazırlanırken odadaki kımkımlanan grup içmeye gidelim mi dediler. Ben yok yorgunum dedim ama ısrar edilince dayanamadım. Hostele niye geçtik yoksa değil mi? Sokaklara döküldük. Yerlerde bağdaş kurmuş oturuyor millet. Biz de katıldık.

Arada enseme ve koluma komacan kanatlı hamamböceği kondu. (Dilek tutup uçurdum yazışı. Bkz Fiji yazısı.) Neyse bu böcek meselesinden fazla bahsetmek istemiyorum. Velhasıl kelam beklediğimden çok eğlenceli geçen bi gece sonucunda hostele sabah 5'te döndük. Sabah 7'de bir tura katılmak için uyandım sürüne sürüne. Bu tur yüzer pazara götürüyordu bizi. Ama bayağı rezalet bir turdu. Sabah erken gidip pazarın curcunalı saatine yetişeceğiz sanmıştım. Fakat öncelikle 7 buçuk deyip 8 buçukta aldılar. Yolda saçma sapan yerlerde durdular. Oraya vardığımızda saat 11'i bulmuştu. Dinlenen satıcıları gördük ancak. Alıcılar gitmişti. Bir alışveriş görmedik. Üzerine geleneksel Vietnam müziği diye bir işkence çektik, Bayburt Bayburt olalı böyle çile çekmedi.  Siz yüzen pazar görmek isterseniz gece Can Tho'da kalın sabah erkenden Cai Rang pazarını görün.

Sonra turda tanıştığım 2 kızla önce yemeğe sonra da Sheraton'ın teras barına gittik. Sohbet muhabbet derken benim gece otobüsü saatim geldi, sınıra gideceğim ve Kamboçya'ya doğru tekneye bineceğim. Kalktık, taksiye bindik kızlardan biriyle. Taksici herif bizi yanlış yere götürdü.  Hem geç kaldım, hem de 30.000 dongluk yer 140.000 dong tuttu. Kavga ettik 100.000 verip indik. (Peki 40.000 dong kaç para? 2 dolar. Cinsiz işte. Versene adama parasını. ) Ben sonra dana gibi otobüse koşmaya başladım. Uslanmadığım için emminin tekinin motor taksisine bindim. Ana otobüs durağına giden minibüsün kalktığı yere gelince kaçırdın minibüsü dediler, Esenler'e git. Emmi zaten orda duruyordu, ben seni yetiştiririm dedi. Yarım saat ekstrem spor yaptık. Zaten karanlık, alt tarafı 40la gidiyoruz ama kelle koltukta, her yerden bir şey çıkıyor. Allahım nolur yol bitsin artık diye yalvar yalvar yalvardım.  Amca cidden yetiştirdi beni. Atladım yataklı otobüse, gözümü Kamboçya'ya doğru tekneye bineceğim Chau Doc'ta açtım. Beni Quang diye biri alacaktı. Quang'ı beklerken vize paramı hazırlayayım, pasaportun yanına koyayım dedim. Çantayı açarsın. Pasaport yok! Yok canım, burdadır, iyi bak. Yok! Bir daha bak. Bütün çantayı döktüm. Zaten bir minik sırt çantam var, bir de ufak çantam. Yok!!! Yok! Yok! Nefesim kesildi. Cümle kuramıyorum. My passport! My passport! diye çırpınışımı görmeniz lazımdı. O çaresizlik hissini hayatım boyunca unutmayacağım herhalde.

Dakika başı pasaportu kontrol eden, hostele, otele asla teslim etmeyen insanım. En son yüzen pazar turundan dönerken kontrol ettiğim aklıma geldi. Çok fena oldum. Ondan sonra 2 restoran, 1 bar, 1 hostele gittim, 2 taksi, 1 motortaksi, 1 gece otobüsüne bindim. Her yerde olabilir.  İnsanlar toplandı başıma. Çiğ bir sabah güneşi doğuyor. Çirkin 35 derece sıcak, daha sabah 6. Bir de başımdan aşağı kaynar sular indi indi de bitmedi. Yere oturdum, eşiniyorum eşyaların içinde. Yardım ettiğim Uruguay'lı bir çift vardı otobüste. Onlar da benimle çömdüler, eşiniyorlar. Herkes bize daha doğrusu bana bakıyor. Kimse İngilizce bilmiyor. Derdimi anlamıyorlar. Ben başı kesik tavuk gibiyim, nefes almayı unutuyorum. O kargaşada Quang geldi. Allahım İngilizce! Uruguaylı çifti yola koydu, onlar gittiler. Bana dur otobüsü bulalım dedi. Buldu. Aradım otobüsü taradım yok! Yüksek ihtimal otobüsten çıkar diye ummuşum. Kahroldum. Otobüsün önünde çöktüm. Quang beni kaldırdı, çayçı vardı bir tane, oraya oturttu, çay içirdi. Güneş çok sıcak. Kendimi tavada hamsi gibi hissediyorum. Yine de çayla sakinleştim azıcık. Şimdi çantayı bir daha dök dedi. Döktüm. Yok. Sana ne lazım dedi. İnternet dedim. En yakın evinde varmış internet. Motoruyla gittik. Bütün ailesini rahatsız ettim sabahın 7sinde. Dışişleri Bakanlığının sayfasına girdim. Büyükelçilik Hanoi'de. Yani ejderhanın ağzında. Hani ben ejderhanın mabadındayım ya.. Mealen şöyle yazmış Hanoi Büyükelçiliğimiz.

'Pasaportunuzu kaybederseniz Hanoi'ye gelmeniz lazım. Vietnam büyüktür. Hele Saigon'da kaybederseniz zor durumda kalabilirsiniz. Pasaportunuza iyi bakın.'

Annaaaam beni yazmıış.. Baştan aşağı bir kova daha kaynar su! Uçak bileti baktım. Dank etti. Pasaportsuz nasıl bineceksin?? Havayolu şirketlerini aradık, almayız uçağa dediler. (Sonradan büyükelçilikle konuştum, polis raporu ve büyükelçilik yazısıyla bindiriyorlarmış.) Ankara'daki 24 saat açık imdat mahsur kaldım hattıyla konuştum. Aldık kaydınızı, büyükelçilikle irtibata geçeceğiz. Ne zaman? 'Ne zaman ulaşabilirsek. Siz bu arada polis raporu alın.' Kör kuyuya taş atmış hissiyle telefonu kapattım.

Quang dedi sana polis raporu alalım. Motorla polise götürdü beni. Polis dedi ki yabancılar masasına gideceksiniz, ordan bir form alacaksınız. E o nerde? 50 km uzakta. Çaresizlik.. Quang dedi ben seni götürürüm. E sen çalışmıyor musun? İşten izin aldım dedi. Bu kadar fedakarlığı bu kadar saygılı yapan bir insan daha görmedim. Başka türde bir insan olsa böylesi borçlu kalmak istemem. Yaşa be dedim, benzin alalım parasını vereyim dedim. Olmaz, dedi, ben çok fakir bir ailede doğdum, insanlar bana çok yardım ettiler, İngilizce öğretiller, mis gibi işim oldu, şimdi sıra bende, sen de başkasına yardım edersin. Ben zaten ağlıyorum durmadan, bir de böyle söyleyince iyice döküldüm hüveee diye.

Velhasıl kelam 50 km gittik. Motorla 1 saati aşkın sürdü. İnsan trafiği değil çünkü. Neyse varıp içeri girdik.

- Form alacağdık.
- Ne formu kardeşim, bizde yok form falan.
...

 La havle ve la kuvvete..

50 kmyi geri geldik. Quang beni besledi. Otobüs buldu, Saigon'daki abisinin adını telefonunu verdi, beni abisiyle konuşturdu, o ilgilenecek artık seninle dedi. Otobüse koydu ve Saigon'a geri yolladı.

Yolda beni başkası evlat edindi. (Bu arada yolda ölümlü bir kaza olmuştu, 3 saat otobüs aynı yerde bekledi. Bazı günler herşey ters gidiyor işte.) Yeni velim sayesinde otel motel uğraşmadım, taksicilerle debelenmedim. Arkadaşının oteline koydu beni. İstediğinde ara diye telefonunu verdi.

Gece uyuyunca sakinleşirim sanıyordum ama ertesi gün ağlayarak uyanınca pek öyle olmadığını anladım. Bir önceki gün büyükelçilikten biriyle konuşmuştum, pasaport çıkması 3 hafta sürer ve süreç siz buraya gelince başlar, siz o yüzden bir şekilde buraya gelin demişti. O 3 hafta beklemenin bütün programımı alt üst edecek olması bozguna uğraşmışım ve yenilmişim hissiyatı yaratmıştı bende, gece uykuda da o his katmerlenmiş olsa gerek gözyaşları ile uyandım.

Ama yollarda ne öğrendim ben? Kabul et, adapte ol, devam et! Kendi kendini yemenin anlamı yok. Gülen yüzümü taktım suratıma ve bir daha görmeyeceğimi sandığım Saigon'un sokaklarına döküldüm. Defterimin bir sayfasına Vietnamca 'pasaportumu kaybettim, bulana 100 dolar vereceğim' yazdırdım. (Bu tavsiyeyi büyükelçilik verdi, daha önce böyle mucizevi şekilde pasaport bulan olmuş.) Ve gittiğim her yere bir daha gittim. Geçtiğim sokaklardaki motortaksicilere yazıyı gösterdim, azıcık deli muamelesi gördüm. Hostele gittim, güvenlik kayıtlarına baktım. Çok lazım suratımı gördüm kayıtlarda ama pasaportun esamesi yok. Arada bir kabullenme anı yaşadım. Polise gittim, ifade verdim. Hostel çalışanları yardımcı oldular. Karakolda nezarettekilerle tuhaf bakışmalar yaşadık bu sırada. Bir ara dinlenmeye oturdum, yolda tanıştığım yogacı bir arkadaşıma tavsiye sordum emaille, bana yoga kampları önerdi Hanoi yakınlarında. Onları araştırdım. Kafa yapımı yenilmişlikten kabullenmişe getirdim. Yine de son çare olarak Sheraton'ın barına gittim. Tabii orada da yoktu. E tamam yoga kampı o zaman diyerek asansörün zemin kat düğmesine bastım.

Otelden umutlar tükenmiş vaziyette çıkarken belki bindiğim taksiyi bulurlar diye otelin kamera kayıtlarına bakmak aklıma geldi. 1 saate yakın uğraştılar. Ben bu arada taksinin rengini hatırladım. Concierge'dekiler aa o şu şirketin taksisi dediler, yarım saat telefon görüşmesi üstüne telefon görüşmesi yaptılar. Karısının doğurmasını bekleyen adam gibi bekledim. Nihayetinde bir şöförün bir yabancı kadın pasaportu bulduğu ve ofise teslim ettiği, fakat Pazar olduğu için ofisin kapalı olduğu ve ertesi gün gidip bakabileceğim bilgisi geldi. Ben ikircikli bir halde kaldım. Sevineyim mi sevinmeyeyim mi? İçimde patlayan umut ışıklarını ne yapayım? Kendimi ertesi sabaha kadar nasıl oyalayayım?

Hadi dedim manikür yaptırayım. Yaptırmayanı dövüyorlar zira, Saigon'dan manikürsüz ayrılmayayım. Dizi dizi beyaz ya da çekik adamlar kadınlar koltukların üzerinde ellerini kibar kibar uzatmış kendilerini törpületiyorlar. Ben de eklendim aralarına. Ay şöyle oldu böyle oldu diye yanımdaki kadının kafasını şişirirken içeri turda tanıştığım kızlardan biri girdi. Kız beni Kamboçya'da sandığı için 3 saniye mavi ekran verdi. Hali beni baya neşelendirdi.

Kendimi oyalamak için birilerine hadi bir şeyler yapalım diyesim yoktu ama rastlaşınca akşamım dolmuş oldu. Barlar sokağında dolaşırken eski hostelimden sabaha kadar takıldığım gençlerle karşılaştık. Yine sabaha kadar parklarda barlarda vakit geçirdik. Ben de kendimi kendi umut firtınamdan kurtarmış oldum böylece.

Konu dışı ama bahsetmeden geçemeyeceğim. Bahsettiğim grupla parkta dolaşırken bize bir şey satmak isteyen bir amca yanaştı.  İngilizcesi çok iyiydi. (Çünkü normalde kimsenin ne konuştuğunu anlamıyorum. Nyavmyav.) Ben de 'amca senin İngilizce nerden?' dedim. İngilizce öğretmeniymiş. Vietnam savaşında Amerikalılara tercümanlık yapmış. Güney tarafinda askermiş. Enteresan şeyler söyledi. Amerikalılar bizi işgal etti diyorlar, halbuki onları biz çağırdık, dedi. Kuzey kazandı, komünizm kazandı diyorlar ama etrafınıza bakın sizce kim kazandı, bence kapitalizm kazandı, biz kazandık, dedi. Haklı olduğunu gördüğümden ne diyeceğimi bilemedim. Kimse bilemedi. Bakakaldık abinin arkasından.

--

Sabah zoynk diye kalktım. Taksi şirketi gelmeden önce arayın demişti. Aradım. Anlaşamıyoruz, dil bariyeri çok yüksek. Geleyim diyorum. Gelmeyin önce teyit edelim diyorlar. Yeniden bir çırpınma döngüsüne girmiştim ki beni kanatlarının altına alan yeni bir Vietnamlı peydah oldu lobide. Benim gülücük maskem erimişti bu arada, muslukları açmıştım. Öyle dağıldım ki 'git odana kendini topla, ben anlaşacağım bunlarla', diye beni yolladı. Aşağı indiğimde hala telefondaydı, eliyle bir taksiye işaret etti, ben de kuzu gibi bindim. Meğer bu arada anlaşmışlar ve benim pasaportum olduğunu teyit etmişler!!!! Havalara uçtum ama alçaktan uçtum. Yeni bir hayalkırıklığını kaldıramayacağım çünkü.

Uça uça şirkete gittik ve kayıp ofisindeki kadın elinde pasaportumu koyduğum su geçirmez plastik şeyle çıkageldi. Pasaportumu görünce o televizyondaki kayıp bulduran programlardaki insanlar gibi ağlamaya başladım. O zamana kadar pek inanmamışım bulunduğuna meğer. En kıymetli eşyam, dünyanın en pahalı pasaportu, kırmızı kaplı minik sevimli defteri elime aldım. Hayatımda bir objeyi bu kadar öptüğümü hatırlamıyorum. Her sayfasına tek tek baktım, okşadım deli gibi. Bütün şirket pasaportumla hasret gidermemi izledi. Güleceksiniz bu halime ama yine de birilerinin başına gelirse kendilerini aptal hissetmesinler, tepkilerin normal olduğunu bilsinler diye yazıyorum. Umarım başınıza hiç gelmez, hiç anlamazsınız niye böyle manyak gibi davrandığımı.

En enteresanı da nihayetinde pasaportumu düşürdüğüm taksi hangi taksi çıktı biliyor musunuz? Kavga edip 2 dolar az ödediğim taksi.. Bundan böyle kendimi ne kadar haklı da görsem az para ödeyip üzerime kötü karma çekersem ne olayım! Adam da insan çıktı. 'Arasın dursun pe..nk' (bkz Cem Yılmaz) diyebilirdi. Beni kör kuyularda merdivensiz bırakmamayı tercih etti.

Oscar kazanmışım gibi bir de teşekkür listesi yaptım. Bu süreçte beni sakinleştirip, motorunun terkinde ordan oraya götüren ve daha güzeli 'bana çok insan yardım etti, ben sana tabii ki yardım edeceğim, sen de başkasına yardım edersen ödeşmiş oluruz' diyen Quang'a, Saigon'a dönüş otobüsünde 'senin pasaportun benim ülkemde kayboldu, tabii ki sana yardım etmek benim görevim' diyerek beni kendine iş edinen, güzel bir otelde kalmama yardımcı olan ve akşam beni yemeğe götüren Hoan'a, Quang'ın Saigon'da yaşayan abisi olan ve ha bire arayıp bir şeye ihtiyacın var mı, seni bir yerlere bırakmamı ister misin diyen Hai'a, hostelin tüm güvenlik kayıtlarını tarayan ve benimle karakola gelen, ifademi tercüme eden My'ye, otelin güvenlik kayıtlarını tarayan ve taksi şirketiyle irtibata geçip şöförü bulan müthiş güleryüzlü Sheraton çalışanlarına, taksi şirketine telefonda derdimi anlatıp, sonra benimle beraber pasaportumu almaya gelen Tron'a çoook teşekkür ederim. Belki ömrümden ömür gitti ama bu sayede bu güzel insanları tanımış ve gerçek Vietnam insanını görmüş oldum. Umarım bir gün onlara da birileri böyle yardım eder ve ben de onların bana yardım ettiği kadar birilerine yardım etme fırsatı bulurum.

---

Pasaportumu elime aldığımda Vietnam vizemin bitmesine 14 saat kalmıştı. Büyükelçilik süre geçerse bir daha Vietnam'a girişinizde sıkıntı yaratırlar dediği için jet hızıyla bir uçak bileti aldım, polise pasaportu buldum diye haber verdim, hostele gidip bana yardımcı olanlara sarıldım, havaalanına koştum, uçağa bindim ve ' Çok şükür! Çok! Çok!' diye diye 2 gün gecikmeli olarak Kamboçya'ya kondum.

Vietnam - ll - Hue & Hoi An

Vietnam ejderha şeklinde bir ülke. Ben ağzından girdim, yuvarlana yuvarlana aşağılara iniyorum.  Hanoi'den kalkan yataklı trende 9 temiz saat uyuyarak Vietnam demiryolları tarihine geçtim. Halen plaketimi bekliyorum.

Uyandığımda gerçek Vietnam'la tanıştım. Meğer pirinçlerin hasat vaktiumiş. Sararmış pirinç tarlaları dolu her yer. Bir de onları toplamak için inip kalkan konik şapkalı kafalar.



En iyi pirinç hasadı fotoğrafı henüz çekilmemiş olandır diyerek gözüme ilişenleri paylaşıyorum.



Pirinçler toplanınca tarlalar boş mu kalsın? Nilüfer ekip, çiçeğini yiyip, çayını içiyorlarmış.




Pirinçler kurusun diye yolu babanın malı gibi kullanmak.


Pirinç hayranlığım aktif bir şekilde devam ediyor. Tarlaların içine girip yuvarlanmak istiyorum. Sulak olduğundan pek iyi bir fikir değil sanırım.

Trenden Hue'de indim. Haritadan bakıp yürürüm ya ben burayı inadımla motortaksileri bir hamleyle savuşturdum. 40 dakika boyunca öğle güneşi altında eridim. Otele perperişan girdim ama durmamam lazım. Hue'de yarım günüm var ve Vietnam'ın son soylu hanedanı Nyugen'in sarayını ve hanedandan bazı abilerinin mezarlarını göreceğim. 1945'e kadar hükmetmişler. Ne kadar yakın olduğunu duyunca çok şaşırdım.

Bu şehir eskiden şöyle imiş fakat Vietnam savaşında yerle yeksan edilmiş. Şimdi restore ediliyor. (Evet foto yamuk. Bazı günler kamera ele büyük geliyor.)


Çevresi nilüferli su kanalları ile çevrili bir yapılar bütünü. Yarısı perperişan, yarısı restore edilmiş, fakat bir kısmı yeni açılmış Çin lokantası gibi olmuş. Ben yine de beğendim. Huzurlu bir havası vardı.








Biri bana şu ağaçtan bulsun lütfen. Yoksa sırtlanıp Türkiye'ye getireceğim.


Hue'nin çevresinde Nyugen hanedanının bireylerinin, önemli kişilerinin mezarları var. Ben de bunlardan 2 tanesine (Minh Mang ve Tu Duc'a) gittim. Mezar dediğin ne kadar fantastik olabilir demeyin. Önce etrafındaki nilüferli su yollarından geçiyorsunuz. Bir tapınağa giriyorsunuz. Bir tane daha. Sonra bir merdivenler tırmanıp iniyorsunuz. Böyle kombinasyonlarla mezar yapmışlar kendilerine. Dışarıda da taştan filler, hizmetçiler hazır bekliyor. Saraydan çok daha fazla beğendim bunları.








Ertesi gün mini mini bir şehir olan Hoi An'a doğru yola düştüm:








Yollardan iki tekerlekli araç manzaraları:



Özellikle okul ve iş çıkışı saatlerinde araçlar arasında koyu muhabbet:


Afedersiniz Hai Van geçidi denen dünya güzeli bir yerden geçtik.  Şu gözetleme kulesinden sağa bakınca 3. fotoğraf, sola bakınca 4. fotoğraf.





Bir üstteki fotoğraf büyük şehirlerden Danang. Şehir olarak çirkin bir yer ama çok güzel sahil şeridi var. Şehrin 10 kilometre uzağında Marble Mountains (mermer dağlar) diye bir dağ var. İçi mağara dolu. Mağaraların içi irili ufaklı Buda heykelleri. Yanlarında ise tapınakları. İşte böyle bir yer. Çok etkilendim ben.







Boyutunu tam anlatabilmem için söylüyorum aşağıdaki sunak 1.2 metre civarı.




Bir sonraki durağım My Son tapınakları. (Mison okunuyor.) Champa krallığının Hindu tanrısı Shiva'ya adanmış tapınakları. Muhteşem. Tikal'deki gibi kutsal terkedilmiş bir yerde gibi hissettim.





Akşamınaysa Hoi An'da kaldım. Turistik ama büyülü bir yer. Günbatımında sokaklarında gezerken sokaklarda çalan güzel müziğin de etkisiyle hipnotik bir ruh durumuna girdim. Satıcıların da 'hey leyde yu bay samting, van dalaa' diye sırnaşmamaları da ayrı güzellik. Kesin tavsiye ediyorum!









Hoi An'dan aşağı doğru yuvarlanmaya devam ediyorum ve kendimi adı ilk duyulduğunda insanda küfür mü ediyor la bu etkisi yaratan Ho Chi Minh City'de buluyorum. Azz sonra!