Gezime dahil edebilmek için 80 türlü takla attığım Vietnam'dan sesleniyorum size. Yola çıkmadan evvel öncü addettiğim dünya turu bloglarına bakarken ya Vietnam'dan hiç bahsetmediklerini farketmiş ya da yolda vizeye başvurup red aldıklarını okumuştum. Sebebi konusunda bazı Türklerin işadamı kılığında saf ve temiz Vietnam'lıları kandırdıklarına kadar varan bir sürü spekülasyon var internette. Sebebini bilmiyorum ama araştırmalarım sonucundan şunu öğrendim ki Vietnam'a gitmek istiyorsanız otel rezervasyonlarınızı Vietnam'daki bir acente aracılığıyla yapacaksınız (ya da temizinden Türkiye'den tura katılacaksınız). Onlar da size C1 diye belge verecekler. Onunla Vietnam sınırında vizeniz hazır olacak. Benim yakın arkadaşlarımdan birinin bir arkadaşı bu konuda uzman olduğundan ve 1500 tane soruma sabırla cevap
verdiğinden ve nihayetinde kendi çalıştığı Vietnam'lı acenteyle beni irtibatlandırdığından ben de rezervasyonlarımı yaptırmayı becermiştim. Yine de Hanoi havaalanında bi gerildim. Sarı sarı anglo saksonların arasında elimde C1'imin çıktısıyla adımın çağırılmasını beklerken, 'Hey Türk! Sen git! Pasaportuna mı güvenip geldin?!' diye kovalayacaklar sandım. Kovalamadılar sağolsunlar. 45 abd dolarımı ve bir vesikalığımı alıp gönüllerinden 3 gün fazla vize vererek ülkelerine aldılar beni. Çocuklar gibi şen oldum. Bu vesileyle benimle ve C1'imle uğraşan Ercan'a da çok teşekkür ederim.
Şehir merkezine inmek için hemen bir minibüs buldum. 1 saatlik yolda binlerce motorsiklet gördüm. Öğrendim ki 7 milyonluk Hanoi'de 4 milyon motorsiklet/scooter varmış. Trafik inanılmaz. Hangi yönden aktığını algılamam uzun süre aldı. Zira trafik ne sağdan akıyor, ne de soldan. Trafik her yerden akıyor! Hele motosikletlere herrr yerden. Şehirlerarası yolda bile bir anda karşı istikametten bir motorsiklet gelebilir önünüze. Kornaya abanıp ölmemeye ve öldürmemeye çalışacaksınız. Fakat pek umurlarında değil sanki. Dün Halong Bay'e giderken şöförün yanında oturdum 3 saat gidiş 3 saat dönüş, bi ara o kadar abarttı ki sollama olayını az daha karşı şeritten gelen kamyon, solladığımız otobüs, sollamanın ortasında ve sol şeritte olmamıza rağmen bizim sağımızdan sağımızdan sollamaya başlamakta inat eden minik bir araba ve her nedense soldan biri dik biri diagonel gelen 2 motor arasında sıkışıyorduk. Ben ellerimi yüzüme kapatıp, dişlerimin arasından hızlı bir nefes alınca da şöför ne yaptı biliyor musunuz? Bana hunharca güldü! Bir anda sinirlerim alınmış gibi oldum, gözümden yaş geldi durumun absürtlüğüne güleyim derken.
Motorlara maaile biniliyor. Daha iki gün oldu ama gördüklerim arasında gönül plaketim motora biri uyuyan bebe ikisi yarı uyur pestil velet 5 kişi binen aileye gidiyor. Bi de bu abiye - yani daha çok eşya taşıyan vardı ama bu botanik oluşum gördüğüm en değişik kargoydu:
1 ayı aşkındır trafiği sağdan akan yerlerde gezdiğim için kafam iyice karıştı. Sürekli 'Aaaa şöför yok!' diye şoklara garkoluyoum. Var canım, ters tarafa bak diye kendimi telkinliyorum. (Hatta arabanın ön koltuğunda uyuklarken uyanıp önümde direksiyon görmeyince 4 saliselik heyecan firtınası yaşadım.) Ama Vietnam'lı şöförlere alışmak zor. Trafik ışıkları gibi şeyler hiç umurlarında değil. Hani bir kural vardır, yaya olarak trafiğe yüzünü vererek yürürsen, tehlikeyi görürsün, arkadan kimse sana çarpmaz. Burdaki uygulamasıysa şöyle: inş cnm yha! Duvara yapışman lazım. Motor parketmemiş kaldırım bulsan dahi ona da güvenme. Her yerden geliyolla çünkü.
Bu ön bilgileri verdikten sonra minibüsten inince yaptığım şeyi söyleyeyim. Bilmediğim bir yerde bırakınca minibüs taksiye bineyim dedim. Ucuz ya burası. Paşayım. Bir taksici amca akbaba gibi atılmıştı zaten. Pazarlık falan, anlaştık. Taksiye doğru yürüyoruz. Nerde taksi? Burda. E nerde? Aha diyor, motoru gösteriyor. Yani motor taksiler olduğunu biliyordum da normal araba taksileri görünce dakka birde birinin kucağına düşeceğim aklıma gelmemişti. 1,5 saniyelik muhakeme sonunda, tamamen 'zaten listende vardı, yapmış olursun' mantığıyla atladım motorun terkine.
Vayy. Başladık ters yönden, kaldırımlardan hoplaya zıplaya gitmeye. Gözüm açık olduğunda saydığım kadarıyla 3 kere yüksek olasılıklı kaza tehlikesi atlattık. Arada amcanın omzunu koparasıya ısırasım geldi. Ya ne acelen var? Gitsene sakin sakin! Otelime gelince huzur buldum. Fakat otelin tam yanındaki hostele bakıp bakıp iç çektim. Seviyorum hostelleri, insanlarla tanışmak kolay oluyor. Ama endişelerim yersiz çıktı. Dünya tatlısı bir sürü insanla tanıştım. İlk gün Akdeniz'li 4 kız gruplandık. Pasaportlar farklı, neşeler kederler aynı. Çok şahane muhabbet ettik, kaynaştık. Ertesi gün de bir müze ararken yolda biriyle tanıştım. Günün çoğunda beraber takıldık. Sonra nasıl olduğunu anlamadım, Japon bir amca bize katıldı. O arada benim fikrim gelmişti, geleneksel Vietnam müziği dinleyecektik, hep beraber oraya gittik. Yaşasın yalnız gezen insanlar!
Vietnam beni biraz şaşırttı. Küba'nın bir uçta, Hong Kong'un diğer uçta olduğu bir skalada ortanın Küba'ya yakın olan tarafında olmasını beklerdim. Ancak hiç de öyle çıkmadı. Louis Vuitton'lu Ferragamo'lu komünizm mi olur? (Ama Mc Donalds yok. Ho Chi Minh'de varmış bi tane, yerinde tetkik edeceğim.) Demem o ki, burası bayağı gelişmiş bir yer. Önemli endüstriler devletin elindeymiş ama onun dışında herkes kendi işini yapıyor. Kadınlardan da bahsetmem lazım. Çatır çatırlar. Her alanda çalışıyorlar. Vietnam işkadını diye bir konsept varmış meğer. Bir de savaşlarda da gerilla olarak bile çok aktif görev almışlar. Savaştan sonra da (tıpkı 2. dünya savaşından sonraki Alman kadınlar gibi) ülkenin yeniden yapımını üstlenmişler. Ama mutfaktaki ve tarladaki görevler duruyor maalesef. Köylerde başlık parası olayı da var. Ama bazı anaerkil Vietnam topluluklarında erkekler için de varmış. Bu yüzden bu kısma yüklenmiyorum. Kadınların Vietnam tarihi ve kültüründeki yerine ithafen bir müze vardı Hanoi'de. Toplumun yarısının müzelik varlıklarmış gibi muamele görmesi üzücü elbette fakat hiç yoktan iyidir. Bizim halimizdense çok daha iyidir.
Bültenimizin Hanoi manzaraları bölümündeyiz. Ho Chi Minh abimizin anıtkabirinden başlayalım.
Komünist gibi değil dediysek o kadar değil, pösteki sayar gibi çiçekle sloganlar:
Otelimin sokağı. Her yerde bayrak var. Güney ve Kuzey Vietnam'ın birleşmesinin 39. yılıymış, bir de 1 Mayıs. Herkesin bayrak asması zorunluymuş.
Bir gün de 3 saat uzaklıkta Halong Bay'e gittim. Yol fena baydı. Ama nihayetinde gördüğümüz yerler güzeldi ve turdaki insanlar çok tatlılardı. Halong Bay böyle bir yer. (Tekne tekne dökülen Çin'lileri sayamadım yalnız.)
Böyle bir mağaraya soktular. Çook beğendim. Keşfi nispeten yeniymiş. Ama flaşla fotoğraf çekilmesine, milletin ellemesine (bkz Çinli güruh) ve kuyulara para atılmasına izin verirlerse çok dayanmaz. Hiç elletmeyen Yeni Zelanda'dan ders almaları lazım.
Buna da cennete kısayol diyorlar. O karanlığın içinde (tam da bir ejderha geçecek boyuttaki - hikayesi böyle) bu delik bayağı etkileyici gerçekten. Haleluya!
Kano kiraladık. Biraz kano yaptık. Böyle mağaralardan geçtik.
Bu dünya sevimlisi zibidi evinden üzerimize atladı. Zaten biraz önce yüzerek bir şey taşıdığı için sırılsıklamdı, biraz şakalaştı bizimle, çok tatlıydı.
Sizi şu dünya güzeli kendin pişir kendin ye'den de mahrum bırakmayayım. Akabinde meşhur ucuz sokak birası bia hoi ile beraber.
Bunları Güney Amerika'dan hatırlarsınız belki. Yine gittim buldum:
Bir de bir haberim var, bunlar çekirdek yiyor! Sokaklarda onlarca insan taburelere oturup papağan gibi çekirdek yiyip icetea içiyorlar. Bizdeki Japon çekirdeğinin neden 'Japon' çekirdeği olduğuna dair Japonya'da bir dayanak bulamamıştım. Şimdi söyle bir teorim var. Müteşebbis bir Türk işinsanı Vietnam'lıların tüküre tüküre çekirdek yediklerinin fotoğrafını gördü, bu arkadaşları Japon sandı ve meşhur Japon çekirdeği doğdu. Desteksiz attım işte.
Hanoi'yi çok beğendim, hem gelişmiş hem otantik, hem de insanları çok tatlı. Biraz daha kalamadığıma üzülerek bir yataklı trene atlayıp Hue'ye doğru yola çıktım.
çekirdek teorisi mantıklı geldi.
YanıtlaSil