Havana'daki 3 tam günümüz vardı. Her bir gün tuhaf bir şekilde kendi içinde
bir bütünlük arzediyor.
İlk gün - Şaşkınlık
Geldiğimiz ilk akşam Hemingway'in müdavimi olduğu iki bardan
biri olan ve daiquiri denen güzel içkinin icat edildiği Floridita'ya
gittik. Yazarımız bu içkinin icadına
yardımcı olmuş ve bir keresinde 13 duble içmiş bir oturuşta. Midesi sağlam adammış, buz dolu o içki.
Sabahsa yollara döküldük, müze, rom müzesi gibi olmazsa
olmaz duraklarımızı yaptık. İlk
şaşkınlığımız bizim sokağın köşesinde olan mutfak malzemeleri satan dükkanda
Paşabahçe rafları altında Güral Porselen bulmak ve bir tabağın 10 dolar civarı
bir paradan satıldığını görmek.
Sonrasında ise şaşkınlığımız hiç geçmedi. İlk notlarda yazdığım şeylere şaşıra şaşıra ve
sindirmeye calisarak geçirdik tüm günü.
Fotoları bir sonraki post'a koyuyorum.
İkinci gün - Şanssızlık
İlk gün çoğu durağımızı yapmış olmanın rahatlığıyla rahat
rahat gezmeye başladık. Elimizdeki
kitaba göre listemizi hallededememiz için bir sebep yok. Fakat bazen olmuyor işte.
Devrim meydanına gidip devrimin mimarlarına selamımızı
verdik, 1 Mayıs'ları hayal ettik. Hadi
Devrim Meydanı'ndaki Jose Marti anıtına çıkalım. 'Asansörü bozuk, 5-6 aya yapılır.'
Yakınlarda üniversitesi var, devrimin yarattığı eğitim
imkânlarının havasını soluyalım. 'Hayır
haftasonu kapalı, sadece sınavı olan öğrenciler girebilir, sizi alamıyoruz.'
Puro fabrikasına gidelim.
'Fabrika taşınmış ve sadece haftaiçi tur var.'
E tamam oturup bir kahve içelim. Bir türlü kafe bulamadık. En sonunda güzel sanatlar müzesinin kafesine
attık kendimizi. Benim gelirken havaalanında
checkin sırasında tanıştığım Amerikalı yaşlı bir çift vardı. Onlarla karşılaştık orda. Oturduk, sohbet, muhabbet, bize kahve
ısmarladılar. Biraz taciz edilmeden
biriyle sohbet etmek bizi mutlu etti.
Sonra yemek yiyelim sakin sakin dedik.
Tatlı çiftimizin tavsiyesiyle çok güzel bir restorana gittik. Spesiyali frozen mojitoymuş. Geri durmayız, ikişer içtik. Oh pek ala. Hah dedik şimdi şansımız dönüyor. Bir şehir turu otobüsüne binelim de şehrin
dışını da görelim. Yok canım, siz şöyle
kenara çekilin. Otobüste tur mu yaptık,
dayak mı yedik belli değil. Deli
rüzgarı da yiyince benim yorgun vücudum yalnız olmamanın verdiği rahatlamayla
kendini bıraktı. Frozen mojitolar döndü
midemi tırmaladı, önce mideyi üşüttüğüm anlaşıldı, sonra da ateşim çıktı. E bir poşet ilacın vardı çocuğum? Fakat Meksiko'dan beri sadece ufak
sırtçantamla geziyorum, ilaç da almadım yanıma.
E o zaman, Saturday night fever!
Yani eğer Belize yazıma nazarınız değdiyse, o nazar
çıktı. Üstüne ertesi gün de sırtım
tamamen cart diye soyuldu. Bitmiştir
umarım başıma gelecekler. İlgili
makamlardan nazar duası talep ediyorum!
Üçüncü gün - Kandırıkçılarla Mücadele
Son gün ilk aktivitemiz Devrim Müzesi'ni gezmekti. Yolda bir bakkal dükkanı gibi bir yere girip
incelemeye koyulduk, en büyük merakımız yaşam standardı ya hani. Biz bakınırken genç bir adam, bizi yakaladı
bilgi vermeye başladı. Burası yabancı
marketi, bizler şu arkadakinden alıyoruz.
Aylık şu kadar şeker kotamız, diş macunu vs kotamız var. Bize birisinden karne isteyip gösterdi. Biz çok sevindik tabii:
Sonra asıl hikaye başladı.
Puro almak için fabrika çok pahalı, ayda bir devlet, işçi
cooperativa'sına haricen satış izni veriyor.
Bir de güzel anlatıyor. Sağdan
soldan da birileri onaylıyor. Kaç kere
uyardı bizi Mercedes sokaktan almayın diye, buna rağmen inandık
inanacağız. Son saniyede kendimizi
silkeleyip adamı savdık. Bir de hala
diyor ki 'Biz Küba'da birbirmize yardım ederiz.' Belli canım, turist kandırma collectiva'sı
kurmuşsunuz. Biz yakamızı kurtardık.
Adamdan kaçıp Devrim Müzesi'ne kavuştuk :)
Çıkınca benim yüzümden kendimizi iki kadınla sohbet ederken
bulduk. Bize tavsiyeler veriyorlar. Konuşa konuşa bir salsa barın önüne
geldik. Girer misiniz? E iyi hadi madem, gündüz gözü, bar da
dışardan gözüküyor. Oturduk, içecek
söyleyeceğiz. Sanki benim 5 kere
sorduğum mojito kaç para sorusu teflon garsondan akıp gidiyor. Nihayet 5 dedi. Hadi biz içiyoruz. Kadınlar bize de ısmarlar mısınız dediler. Battı balık, bir tane paylaşsınlar diye
ısmarladık. Sonra yan masadaki gringolar
hesaba isyan etti. Biz de akabinde
kolumuzu kaptırmadan, ooooldu canım diye apar topar çok da zarar görmeden
fırladık. Bir de burda hesabı yanlış
getirme, yok onu sipariş verdin, vermedin kavgası, eksik para üstü getirme çok
yaygın. Sürekli bir alarm halinde olmak
lazım. Yorucu olabiliyor. 2 İstanbul çocuğu, yorulduk biz.
Yorgunluğa yorgunluk katmak için, akşamüstü sahil kıyısında
boy gösterdik, halkın Pazar eğlencesine şahit olduk. Yapılacaklar listesine girsin. Oldukça keyif aldık. Patlamış mısır yedik, tuzsuz, soğuk ama
tanıdık bir tat. Küba'nın dünya mutfağında
hiç bir iddiası yok. Memlekette adam
gibi bir şey yetişmiyor zaten. Zevkine
değil doymaya yedik genelde. Patlamış
mısırdan bahsetmem tuhaf geldiyse diye açıklayayım dedim. :)
Akşamsa Cumartesi akşamı ateşlenmem sebebiyle Pazar'a
sarkıttığımız Küba gecelerini gözlemleme planını harekete geçirdik. Sorduğumuz herkes la casa de la musica'yı
tavsiye ediyordu. 2 tane varmış
Havana'da, biz kendi casa'mıza yakın olana saat 10 civarı teşrif buyurduk, daha
açılmamıştı. Madem öyle Hemingway
abimizle Floridita'da birer daiquiri içelim.
İçtik. 11'de geldiğimizde kapıda
sıra vardı. Önce kalabalığı
çözümleyemedik. Sonra bir baktık sırada
az sayıda bizim gibi ecnebi, bir takım hanım kızlar, üzerlerinde el kadar
elbiseler ve kafam boyunda topuklar, sıranın dışarıda onlara mekanın giriş
parasını veren ama dışarıda bekleyen adamlar.
Bundan sonrası 10CUC'a hayat dersi.
Ve kesinlikle Küba'ya özel değil.
Bize şahitlik etmesi buraya düştü.
Sırada baktık herkes bizim önümüze geçiyor, ben bodyguardlı
diğer geçişe (dilim varmıyor VIP demeye) gidip, altın dişli bodyguard'a
'gringoları burdan aldın, ben de gringa'yım, beni de al' dedim. Haddinden fazla yetki verilen her insan gibi
yetkisini olumsuz kullanacağı intibasını bırakacak bazı hareketler yapıp
sonunda kapıyı açtı, tam geçerken benden bir tane daha var dedim, kuzen ve ben
geçtik. Bu arada kılığımızı
anlatmalıyım. Lens takmaya zahmet
etmemişiz, iki kemik gözlük, ikimizde de siyah pantolon, siyah yağmurluk, hele
benimki bol maskülen gezgin pantalonu, ayakta babet, makyaj tabii ki yok. Zaten gündüz de uzaylıydık, şimdi başka bir
boyuttan gelmiş gibiyiz. Girip bir
masaya oturtulduk. İçerisi o hanım
kızlardan kaynıyor. Ağızlarında hırsla
çiğnedikleri birer sakız.
Bekliyorlar. Sağda solda bizim
gibi pısmış ecnebiler. Burası gerçekten
turistlere tavsiye edilen bir yer olabilir mi?
Derken belli ki raconu bilen ve dünyanın her yerinde ve her zaman
diliminde kral olan iki beyaz göbekli erkek, bir şişe Havana Club romu garsona
taşıtarak giriş yaptılar ve ön masamıza oturtuldular. Hayatımda hemcinslerim adına böyle utandığımı
hatırlamıyorum. Bir anda o hanım
kızlardan hiç mübalağasız 15 tanesi adamların masasının çevresinde halka olarak
kendilerini beğendirmek için dansetmeye başladılar. Ortalarına yem atılmış hayvan sürüsü
gibi. Bizim şaşkınlıkla izlediğimiz bir
süreç sonucunda adamlar seçimlerini yaptılar.
İlk yarışı kaybeden kızlar, ortalarda dolaşan diğer beyaz adamların yolunu
kesip kendilerini beğendirmeye çalıştılar.
Biz bu durumu biraz şaşkınlık, bolca üzüntü ile 1 saat kadar izleyip,
dışarıda kızları bekleyen adamlara öfkelenerek ve aklımızla çalıştığımız için
şükrederek Havana gecemizi noktaladık.
Sabah kalktığımızda durup durup 'o neydi öyle ya!?' diyorduk hala.
O ünlü purolardan tüttürdük dememişsin - içmediniz mi?
YanıtlaSilİçildi, fabrikaya da gidildi. Seninki de Temmuz'da geliyor. :)
SilDemek ki sistem ne olursa olsun o en eski (ilkel) dans aynı kalacak. Hemcinslerimiz bunu seçiyorsa yapacak bir şey yok hakikaten...
YanıtlaSilTercih diye düşünmek istemiyorum, ilk kurban kadın oluyor hep. Özellikle ülkeden çıkmak için davetiye maksatlı yapılıyormuş bu olay. Uzun vadeli bir plan yani. Çok fenaydı çok..
Sil